Siyasi partilerin kuruluş amacı, halkın ve ülkenin sorunlarına çözüm üretmek ve sosyal refahı arttırmaktır.

Bizim ülkemizde ise, parti görevi hiçte böyle algılanmıyor.
Yıllardır ülkemizde Güneydoğu'da yaşanan bir sorun devam ediyor ve partiler kırk yıldır bu soruna çözüm üretmek konusunda başarısız kalıyor.
Hatta adını bile tam koyamıyor. (Kimine göre Kürt sorunu, kimine göre Güneydoğu sorunu, PKK sorunu, terör sorunu...)

Dokuz milyon emekli, aldıkları maaşla yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve bu konuda en ufak bir çözüm yok.
Yoksulluk sınırı altında yaşayan dokuz milyon emeklinin de yoksulluktan dolayı bir şikayeti yok.
Ülkeyi yönetenler de haklı.
Çünkü sorunu yaşayan ve yoksul olduğu, aç olduğu devlet tarafından kabul edilen (TUİK verileri) emeklinin bir şikayeti yok.
Emekli aldığı maaştan memnun olmalı ki, en ufak bir tepki vermiyor, yapılan bu tür eylemlerde de yer almıyor.
Yapılan eylemler ise cılız ve etkisiz kalıyor.
Haklı olarak ülkeyi yönetenler ise, bu konuyu dile getiren siyasetçilere dönüp diyorki ''Kardeşim sen kendin çalıp kendin oynuyorsun, aç yoksul dediğin insanlar, onların sorunlarına sahip çıkmana rağmen, sana oy veriyor mu?  Hayır. O halde sen doğru tespit yapmıyorsun.'' 

Yaklaşık on iki milyon insan (TUİK rakamlarına göre) açlık sınırının altında yaşıyor ve bir gün olsun bu on iki milyon insandan yüz bini bir araya gelip ''Ben açım, yoksulum'' demiyor.
Ülkenin Gayrisafi Milli Hasıla'sının 2002 de 110 milyar dolarken, bu gün 900 milyar dolar olduğu söyleniyor.
Yani on yılda dokuz kat gelirimiz artmış.
Bu artışa göre, çalışanların da gelirinin on kat artması gerekmiyor mu?

Artış olmadığı gibi, çalışanlar sendikalara sırtını dönmüş, sendikalar hak aramak yerine, Hakka yürümüş ve her türlü sorunun ve yoksulluğun kader ve alın yazısı olduğuna inanan sendikal anlayışı işçiye dayatmıştır.

Yedi yıldır İstanbul da kentsel dönüşüm projeleri konuşuluyor.
Yoksul mahallelerde istimlak ve hak sahipliği ve arsa üretmek çok ucuz olduğu için,sorunu yaşayan mahalleli ''Benim mahallemde ne yapıyorsun, nedir bu kentsel dönüşüm'' diye sormuyor.
Örgütlenmemiş, örgütlenene destek olmamış.
Bu konuda gayret gösterenlere burun kıvırmış.
Onu dininden imanından dolayı yargılamış.
Daha sonrada yumurta kapıya dayanınca  ''Sen neredesin hiç bir şey yapmıyorsun'' diye efelenmiş.
Ülkenin yüz yıllık birikmiş kaynakları, emperyalist ülkelere ucuz pahalı denmeden satılmış.
Halk ''Siz ne yapıyorsunuz, kimin malını kime satıyorsunuz?'' diye sormamış.
Tarımda dışarıdan getirilen tarım ürünlerine muhtaç hale getirilmişiz.
Ülke nüfusunun yüzde otuzu hala tarımda olmasına rağmen ''Bize teşvik vermiyorsunuz, devlet desteği vermiyorsunuz ve dışarıdan gelen ithal tarım ürünleri karşısında bizim rekabet etmemizi istiyorsunuz'' demiyor veya diyemiyor.
En fazla domatesi, biberi, sütü, yumurtayı maliyet girdilerini karşılamıyor diye bulduğu boş bir asfalta beş on kişi bir araya gelerek boşaltıyor.
Bu örnekler o kadar çok ki yazmaya da gerek yok.
Çünkü saydığımız sorunların tamamı bizim halkımızın yaşadığı sorun olmasına rağmen, o sorunlarla yaşamayı öğrenmiş ve bu sorunlarla dost olmuştur.
Acıya aşık olmuştur.
İnsan dost olduğu, her gün beraber yatıp kalktığı bu sorunları da şikayet etmeyi aklına bile getirmeyecektir.
Bu durumda aklımıza şu geliyor.
Ülkemizde sorunu algılama ve anlama,sorun görme yaklaşımı dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi olmayabilir.
Başka ülkelerde düşük maaş, yoksulluk ve ürettiğinin karşılığını alamamak, her gün evlatları teröre kurban vermek, büyük halk tepkileriyle alanlarda yer alabilir.
Bizim ülkemizde ise bu sorunların oluş nedeni olarak yöneticiler, başbakanlar, bakanlar ve ülkeyi yönetenler görülmüyor olabilir.
Suçlu bu ülkede yaşayan insanın alın yazısıdır.
Yani, her insanın doğuştan ölüme alın yazısı bellidir.
Allah insanları hiç bir zaman eşit yaratmamıştır.
Ben bazılarını bazılarına üstün kıldım der. (Nisa suresi 34. ayet)

Bu durumda da bizim halkımızın başına ne gelirse, sebep olarak hükümeti görmez, alnına yazanı görür.
İsyan ederse, feryadı, figanı, isyanı yazıyadır, ''zalım  feleğedir.''

Güzel yaşıyorsa da yazıya yazana sürekli hamdeder, güzel dualar eder.
Bu anlayışın içinde düzenin, sistemin ve yöneticileri sorgulama kültürü yoktur, bu gidişle de olmayacaktır.
Bu anlayışı bilen iktidarlar, halkın bu algısını eğitimiyle, söylemiyle canlı tutmanın arayışına girer.
Çünkü burası çok değerli  bir madendir.
Bu şekilde sorumluluktan kurtulmuş olurlar.
Sorumlu düzen,sistem, iktidar değil yazıyı yazandır.
57 tane İslam ülkesinde, çok partili rejimlerin yaşamama  sebebi bu anlayıştır.
Yani dünyada olup biten her şeyin sebebini dünya üzerinde aramak yerine, her işi Allah'a havale ederek sorumluktan kurtulmuş oldukları için, Allah adına iktidar olduğunu iddia edenleri sorgulamak, eleştirmek çok kolay olmayacaktır.
Yani ülkeyi dine dayanarak yönetenler hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanan bir toplum yarattıkları için kendilerini de hedef olmaktan kurtarmışlardır.
Adalet ve Kalkınma Partisi 4. olağan kurultayında sayın başbakanın yaptığı kurultay konuşması bu psikoloji üzerinden başlayan bir  konuşmaydı.
Salonun hemen hemen tamamını göz yaşına boğan bu konuşma, ekonomik-sosyal sorunları göz yaşı ile örten bu anlayışın konuşmasıydı.
O salonda bu kadar göz yaşı döktükten sonra, hiç kimsenin aklına yokluk, yoksulluk, ölümler, şehitler gelmez.
Sayın Başbakan da bu durumu bildiği için, toplumun buradan nabzını tutuverdi ve konuşma boyunca da bu duygusal durum hiç ortadan kalkmadı.
Ne diyelim hayırlı olsun, her şey Allah'tan.
Bu durum da Allah'tan,yapacak bir şey yok.
Allah bu ülkeyi yokluktan, yoksulluktan, hırsızlıktan, terörden, acıdan, cehaletten korusun.
Çünkü ülkeyi yönetenler adres olarak orayı gösteriyor.