Başkenti, bayrağı, sınırları, bu sınırlar içinde birlikte yaşayan halkı belli bir ülke Devlet adıyla anılır. O “Bayrak” kolayına bayrak olmamıştır. Üzerinde gazilerinin-şehitlerinin kanını, anaların-babaların acılarını ve gözyaşlarını taşır. “Başkent”, ülkenin kurtuluşunda savaşın beyinsel merkezini oluşturan, en iyi korunabilen kentidir. “Ülkenin sınırları” ise tam bir yok oluş-var oluş kavgası sonucu kanla çizilmiş kutsal sınırlardır. Her bir karışı şehitlerin-gazilerin kanıyla çizilen bu yerler artık “Vatan”dır ve her karış toprağı kutsaldır. Hiç kimsenin bir çakıl taşını bile başkalarına vermesi kabul olunamaz ve bu en büyük “Vatan Hainliği”dir. İşte bu ülkenin sınırları içinde çok uzun süredir bir arada yaşamış, üzüntüde ve sevinçte, savaşta ve barışta omuz omuza vermiş insanlarına da o ülkenin “Vatandaşı” denir. Vatandaş; ne doğduğu yere, ne rengine, ne cinsiyetine, ne diline, ne de inancına göre ayrıştırılamaz. Onlar bu ülkeyi kurarken ayrılıklarından değil, birlikte olmalarından güç alarak savaşmıştır.

Dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir coğrafyada, doğudan batıya, kuzeyden güneye geçişin merkezindeyiz. Bu nedenle dört tarafımız bizim sürekli zayıf düşmemizi isteyecek, bizi elde etmeye uğraşacak ülkelerle, onlara bedenini de, ruhunu da teslim etmiş “işbirlikçi hainler” ile doludur!

Herkesin “bitti” dediği yerde ise bir “dünya lideri” çıkardık ki, yüz yılda bir gelen bu lider, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tü ve bu bizim ülkemize nasip olmuştu. O’nun kurtuluş savaşı sırasında da hainler boldu! Ayağına çelme takmaya çok uğraştılar. Çünkü gölgelerine sığındıkları kişiler öyle yapılmasını istiyorlardı. Sonuç değişmedi; hainler her zaman olduğu gibi tarihin kara sayfalarına kör kalemle kazınırken ülkemiz adeta yoktan var ediliyordu!...

Cumhuriyeti kurmak elbette dünyanın parmak ısırdığı bir eylemdi. Ama devrimlerle taçlandırılmazsa bir “hiç” olabilirdi. O günün koşullarında halk canını-malını savaşlara vermekten yorgun düşmüştü. Ne sanayi, ne ekonomi, ne kültür kalmıştı. Elde olanlar adeta “savaş artıkları” idi. İşte “bu ahval ve şerait içinde” ulu önder “az zamanda çok işler” yaptı. Avrupa’nın 200 yıl birbirlerini kese kese kazandığı “demokrasi ve laikliği” Atatürk halkımıza altın bir tepside 10-15 yılda sundu. Şimdi bunun sıkıntılarını yaşıyoruz. Bu değerleri anlayabilmek ve özümsemek için yeterli kültür altyapısı da yoktu. Okur-yazar %6-7 kadardı. Yılmadı, usanmadı, yine de devrimlerini halkına kabul ettirdi. Ancak “ağacın kurdu içinde” oluyordu. Dış güçler zaten önlerine en büyük engel olarak dikiliveren bu “Türkiye Cumhuriyeti”ni istemiyordu! “İçeride” kendilerine “biat ve itaat” edecek hainleri çok da kolay buluyorlardı doğrusu!...

1938’de ulu önderi sonsuza uğurladıktan sonra içimizdeki “hainler” inlerinden çıkmaya başladılar. Çağdaşlık adına ne varsa eleştirmeye, değersizleştirmeye uğraştılar. Eskiye dönüşü kurtuluş gördüler. Devrimleri yapıldığı gün sonuca ulaştı kabul edip sürekliliğini kavrayamayanlar da bunlara basamak oldular. Devrim, artık “karşı devrim”e dönüşüyordu!...
Siyasette asla yeri olmaması gereken “dini inanç-etnik köken”, gericilerin ve karşıdevrimcilerin en büyük, en kolay ve en etkili malzemesi oldu. Atatürk devrimlerinin temel taşları olan Laiklik ve Demokrasi, din düşmanlığı olarak gösterilip her gün biraz daha fazla zarara uğratıldı. Bu savaşın en güçlü silahı olan “eğitim” ilk hedefti ve sürekli çağdaşlıktan koparılıp tekke-zaviye düzeyine itildi. Çünkü “cahili aldatmak” kolaydı. Onlara, düşünüp yorumlayan, fikir üreten kişiler değil, her denene koşulsuz inanıp biat ve itaat edecek “kullar” gerekiyordu!...

Geldik bu güne; Son 15 yıldır ülkede “Laiklik ve Demokrasi” ile önce gizli gizli uğraşanlar sonra iktidarın desteği ile açıkça bu savaşı sürdürürken eğitimi de “İmam-Hatipleştirdiler!” Halkımızı “Cumhuriyetin eşit vatandaşları” olmaktan çıkarıp “inananlar-inanmayanlar” olarak böldüler. Din ile oynamaya başlayanlar yalanlarına ve çıkarlarına kutsal dini-kitabı-peygamberi ve Allah’ı da ortak ettiler!... Gerçek dindarların dincilerin bu adice davranışları karşısında isyan edeceğini düşünüyorduk, yanıldık!

İnanmayanlar zaten “düşman”dı, onlara ne yapılacağı belliydi. Ama öte tarafta, önce “mezhepçilik” sonra “Tarikatçılık ve Cemaatçilik” geldi, camiler bile ayrıldı! Sıra aynı Allah, aynı Kur’an, aynı Peygamberden, ayrı camilerde birbirlerine “gâvur, arkasında namaz kılınmaz” diyen dinciliğe geldi.

Bölüp ötekileştirme sadece dini inançlar ile sınırlı kalmadı tabi ki; tehlikenin diğer ayağı olan “etnik kimlik” devreye sokuldu. Aynı siperde yan yana şehit olurken, kız alıp verirken, birlikte çalışırken, eğlenirken, üzülürken aklımıza bile gelmeyen etnik kimlikler gözümüze sokulmaya başlandı. Yıllardır bizim “Ayşe teyzemiz, Mehmet amcamız” olan komşularımızın aslında birer “Türk-Kürt-Laz-Boşnak-Gürcü...” olduğunu öğreniverdik!... Bu tuzağa kendilerine “milliyetçi-muhafazakâr” diyenler daha hızla düşüyordu. Siyasetin temel öznesi olan “İnsan” kavramı, dincilik ve etnikçilik uğruna insan olmaktan çıkıp başka bir “yaratığa” çevrildi.
İşte bu gün böyle bir ülkede yaşamak zorundayız. Dış güçler bir yandan, iç işbirlikçileri diğer yandan “Laik, demokratik, Sosyal bir Hukuk Devleti” olan devletimizi, Cumhuriyetin eşit vatandaşlarını bölüp ötekileştirerek, sistemi yok edip yerine “Tek Adam” rejimi getirerek ortadan kaldırmaya uğraşıyorlar.

Hırsın aklın önüne geçtiği, gözü kararmış bir şekilde yasaları da, anayasayı da hiçe sayarak, ne olduğunu sadece kendi bildiği bir çıkmaz sokağa doğru bizi sürükleyenlerin amacına ulaşmalarına çok az kaldı. Bu süreç içinde her türlü yolsuzluğun, hilenin, yasa dışılığın yapılabildiğini defalarca gördük. Umarım bunları hiç unutmayız.

Bayrağı ay-yıldızlı “Al bayrak”, başkenti “Ankara” sınırları “Misak-ı Milli”, her vatandaşı “eşit yurttaş” olan bu ülkemiz, nice canlar pahasına bizlere devir ve teslim edildi. Şimdi yeniden eskiye dönmek isteyenlere “dur” diyecek gücü “damarlarımızdaki asil kandan” alarak demokrasi içinde direneceğiz! Başka yolu yok!
Ya istiklal, ya ölüm!