İnsanların geleceğe yönelik kaygılarının başında sağlıklı, rahat, güvenli bir yaşam beklentisi gelir. Tüm yaşamı boyunca bunu gerçekleştirmeye çabalar. Bu günlerde çekeceği sıkıntıları geleceğine yatırım olarak düşünür.

Sağlık konusu çoğu zaman isteğimiz dışında gelişir. Yaşamı boyunca ağzına sigara koymamış biri akciğer kanseri olabileceği gibi, belki yüksek tansiyon ya da kalp krizi gibi riskler her zaman yanı başındadır. Yine de sağlıklı yaşam için çare ve çözümler üretilmeye çalışılır.

Geleceğinde rahat edebilmek için bir miktar dünyalık biriktirip bir kenara koymak, ileride ele-güne muhtaç olmamak için yapılacak genel bir uygulamadır. Gücü ölçüsünde dişinden tırnağından artırarak kiradan kurtulacak bir ev, ayaklarını yerden kesecek bir araba ilk hedeflerdir.

Tüm bunlar bir şekilde sağlanabilir. Peki ya güvenli bir gelecek için bunlar yetecek midir? Daha doğrusu güven nedir, neye ve ne kadar güvenilmesi gerekir? Güven tanımı her kişiye göre değişmekle birlikte kişinin devletten beklediği, vatandaşlık görevleri karşılığında alabileceği hizmetlerdir denebilir.

Aslında güven derken; birilerine sırtını rahatça dönebilmek, başı sıkıştığında onu koruyacak yasalara ve bunları uygulaması gerekenlere güvenmek anlaşılabilir. Can ve mal güvenliği denen de budur. Devlet, organ ve kurumları ile vatandaşını korumak zorundadır.

Peki, gerçekten öyle midir? Bu gün yasaları devlet adına uygulamakta olan güvenlik güçlerine ne kadar güvenebiliyoruz? Ucuz kahramanlık yapmayı kişilere bırakalım; yolda önümüzde bir kaza olsa, yaralama, taciz, haksız bir uygulama olsa, kaçımız gönüllü hemen olaya dalabiliyoruz? Bunun nedeni olaydan korkmak mı, yoksa olay sonrası en az tanık, hatta arada karıştırılıp sanık olarak güvenlik tarafından götürülmek korkusu mu öne çıkar? Karakola ya da mahkemelere gitmek vatandaşlık görevidir. Bunu deriz de uygulamada en son bizim başımıza gelmesini de isteriz! Karakola gidince orada nelerle karşılaşılabileceği çekincesi ve korkusu, ensemizden aşağı buz gibi bir hava esmesine neden olmaz mı?

Anayasal hak olarak, kişilerin şiddet içermedikçe her türlü görüşü sözlü ve yazılı olarak savunabilecekleri, bunları yayınlayabilecekleri, bundan dolayı suçlanamayacakları yazmaktadır. Yani Anayasa düşünce ve örgütlenme özgürlüklerini her vatandaşına tanımıştır.

Buna güvenerek bazen boyumuzdan büyük işlere kalkıp, örneğin yerel gazete veya internet sitelerinde görüşlerimizi, eleştirilerimizi yazıyoruz. Ama her an ensemizde buz gibi hava dolaşmaktadır. “Bunu atabildim, ben yasalara ve uygulayıcılarına güveniyorum” diyebiliyor muyuz?

Hele son günlerde koskoca TSK başta olmak üzere birçok yazar-çizer, artık herkesin inancını kaybettiği nedenlerle tutuksuz mahkûm halinde içeride iken bizim gibi hiçbir güvencesi olmayan kişiler nasıl özgürce fikirlerini söyleyebilecekler? Bu özgürlükler bizim ulaşamayacağımız kadar yükseklerde kalmıyor mu?

Et kokarsa tuzlanır. Ama eğer tuz kokmuşsa yapacak bir şey kalmayacaktır. Kişilerin Laik, Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devletinde en son güvencesi Yargı olmalıdır. Yargı, her türlü siyasi ve dini değerlendirmelerin üstünde, hızlı, yansız ve güvenilir olmak zorundadır. Bu nitelikleri kişiye göre değişmemelidir. Eğer yargıyı kişiler isteklerine göre farklı ve yanlı kullanabiliyorlarsa, artık orada tuzun kokmasından söz edilebilir.

Yargı demokrasinin en zayıf halkasıdır. Eğer o koparsa demokrasiden söz edilemez. Ve tarih göstermiştir ki; yargıyı ele geçirerek sadece kendine demokrat olanlar, mutlaka bir gün hüsrana uğramış ve yargıya hesap vermişlerdir.

Yaşamınız boyunca güvendiğiniz dağlara kar yağmasın!