Geçtiğimiz Cuma günü, yani karne günü okuma bayramımız vardı. Bir gün önce miniklerin on gündür hazırladığı gösterilerin son provasını yaptık, misafirlerimiz için bastırdığımız davetiyeleri elden dağıttık. Mahallemizin muhtarı Recai Bey’in davetiyesini “şahsen bizzat ben kendim” kendi ellerine tevdi ettim.

Okuma bayramı günü sandalyeler ayarlanırken en önden sadece bir sandalyeye “protokol” yazılı kağıdı yapıştırdım. Gelen misafirler, öğrencilerin velileri malum sandalyeyi önce bir süzdüler sonra kendisini boş bırakıp aralarında kaynatmaya başladılar: “Kimdir bu protokol, bizden ala protokol mü olur?” Herkes yerini aldıktan sonra tek boş sandalyenin sahibi biricik protokolümüz Recai Beyimiz birçok nazarın arasında salonumuza teşrif etti. Misafirlerimizin şatafatlı giyimlerine inat, kolları dirseklerine kadar sıyrılmış beyaz gömleği ve cebinden köstekli saatin zinciri sarkan siyah yeleği ile gayet sade bir “kombin” tercih etmişti.,

Program başladı. Alkışlar, kahkahalar, patlayan flaşların içinde zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Okuma bayramının bitişinde mikrofonu elime alıp mahallemizin muhtarının aramızda olduğunu söyleyerek kendisini konuşmaya davet ettim. Aklım sıra fırsattan istifade edip baldan tatlı sohbetini dinlemiş olacaktım. Recai Bey yer mi? Yemedi. Hiç istifini bozmadan “izlediklerimizin üzerine her kelam zait” cümlesiyle beni tokatladı. Neden sonra kendime geldim. Salon boşalmış Recai Bey ile baş başa kalmıştık. Ne yapacağımı bilemeden atıldım: “Efendim çay içmez misiniz? Hem ülkemizin gidişatı hakkında değerli yorumlarınızdan mahrum kalmazdık.” dedim. “Olur” dedi. “Benimki demli ve şekersiz olsun.”

Çay ocağına geçtiğimizde önce beni “Seni tanırım, severim ama geçende beni kızdırdın. Anlattıklarımı yazma dedim, internetten baktım yazmışsın. Bu anlatacaklarım devlet sırrı, aramızda kalacak, ona göre.” cümleleriyle azarladı, sonra çay gelir gelmez anlatmaya başladı: “Geçen akşamların birinde kapıya gelen takım elbiseli adamlardan biri elime telefon tutuşturdu ve ismini veremeyeceğim üst düzey bir bürokratın benimle görüşmek istediğini söyledi. Namazı kılmış dua ediyordum. Kafa dağınıklığından telefonu alıp kulağıma götürmüşüm. Telefondaki şahıs binlerce rahatsızlık verdik özründen sonra meseleye girdi. “İki haftadır çadırdaki gençleri ikna edemiyoruz, özür diledik, yanlışlıklar oldu dedik, mesaj alındı falan dediysek de bir türlü laf anlatamadık. Kulunuz köleniz olalım, size örtülü ödenekten maaşlar bağlayalım, bütün faturalarınızı biz yatıralım ya şu gençlerle konuşuverin yahut engin ilminizden bir tutam sadaka verin de ne yapacağımızı söyleyin” dedi. Düşündüm, düşündüm… Aklıma vaktiyle teklif edilen başbakanlıklar, cumhurbaşkanlıkları, nikah şahitlikleri, kurban ve hac vekaletleri geldi. “Memleketi kurtarırım fakat bir şartla” dedim. “Mahalle camimizin yanındaki tarihi sebil, tamir ve ihya edilecek.” Telefondaki nazik ses “ben de bir şey isteyeceksiniz sandımdı, hemen arkadaşlara iletiyorum, yarından tezi yok halledilecek.” dedi. “Peki nasıl kurtaracaksınız bizi bu müşkülattan? Parka mı gideceksiniz?” Siz bana çadırcılardan on beş kişilik bir mümessil heyeti gönderiniz, gerisine karışmayınız, Gezi’ye gitmeden hallederim" dedim.
"
Ağzım açık kalmıştı. “Demek Taksim Dayanışması dedikleri temsilci heyetiyle siz görüştünüz. Onları siz ikna ettiniz.” dedim. “Peki ne dediniz onlara, nasıl boşalttılar Gezi Parkı’nı?” Boş çay bardağının yanındaki kaşığı küçük bir fiskeyle bardağın içine soktu, ayağa kalktı, elini omzuma koydu, çıkarken tebessüm etti: “Nerden çıkartıyorsun evladım bunları, ben öyle bir şey mi dedim.”