Saçı sakalına karışmış pejmürde haliyle onu kim görse bir an duraksayıp yanından geçmemek için uzaktan dolaşıyordu.

Uzun saçları modaya uysun diye bırakılmamış, tarak ve makas geçemediği için mecburen karışık ve kesilememişti sanki.

İri gözleri, kaşlarıyla yanaklarını dolduran sakallarının arasından zor seçiliyordu. Ağzı açmadığı sürece yok gibiydi.

Bir aralık toplamaya çalıştığı ucundaki küçük lastikten anlaşılan göğsüne kadar uzanmış sakalları vazgeçilmişliğini haykırıyordu.

Ayakkabılarının, ayağı korumayı bırakın kendini koruyacak hali bile yoktu. Adını kimse bilmezdi fakat kendisini arada sırada Aksaray’da görenler olmuştu.

Okuyucusunu düşünen bir yazar olarak size bir kıyak yapıp adını fısıldayayım: Emin.

Aksaray’ın deri dükkanlarıyla dolu Bayezid’e çıkan caddesinden başka meşhur olan bir caddesi daha vardır, Kebapçılar Caddesi...

Güney Doğu Anadolu’nun türlü lezzetlerini bir arada sunan bu cadde, kendine has isli ızgara kokusunu bedavadan caddeye üflerken, bizim Emin dükkanların her birinin ismine, masa ve sandalyelerinin düzenine, en çok da yemek yiyen insanların önlerindeki tabaklara içine düşercesine bakıyordu.

Caddeyi uçtan uca süzerek dolaştıktan sonra gözüne kestirdiği bir dükkanın önünde dikildi. Beş masası dışarıda dolu olan bu dükkanın, kocaman tabelasını okudu: Kebapçı GAP.

Bir süre orada öylece dikildi. Arkasından otomobiller geçti, önünden turistler...

Emin, sadece tabelaya bakıyor ne dükkana ne de caddenin devamına bir adım atıyordu.

Kapının önündeki masada oturan bir adam garsona el kaldırdı. Kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra, garson Emin’in yanına geldi.

Amca, müşterimiz canı ne yemek isterse yesin.” dedi. “Parasını ben vereceğim diyor.”

Emin garson yanına gelmemiş ve hiç bir şey söylememiş gibi hala tabelaya bakıyordu. Gözünü tabeladan ayırmadan garsona sordu: “Kebapçıyı anladık da GAP ne demek oluyor.”

Konuşma uzadıkça diğer masalarda oturanların da diğer garsonların da patronun da gözleri Emin’in üzerinde toplanmıştı.

Garson dükkan hakkında her şeyi bilen en iyi garson benim dercesine açıkladı: “Gıyaseddin, Alaeddin, Pınar. Bizim patronlar üç kardeşler.” Emin gözlerini tabeladan ayırmış etrafından haberi yokmuş gibi hızlı adımlarla dükkana dalmıştı.

Emin dükkanda kendine boş yer bulup oturuncaya kadar diğer masalarda oturan çocuklu anneler çocuklarına sarılmışlar, aile reisleri hafif ayağa doğrulmuşlar, garsonlar müdahale edip etmemekte tereddüt etmişlerdi. Emin oturunca garsonlar hariç diğerleri biraz olsun rahat nefes aldılar. Garsonlar kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Aralarındaki en çömezi zorla bu üstü başı dağınık yeni müşteriye bakması için gönderdiler. Emin, eline menüyü aldı, içlerinden en pahalılarını seçti, içeceğini söyledikten sonra giden garsona seslendi: “İki de künefe atın fırına!” Garsonların yeniden başlayan fısıltılarını yanlarına gelen şefin sesi susturdu. Müşterilerin duyamayacağı bir tonda “ne demek, istediklerini götürmeyelim, ne demek çulsuzun tekidir.” dedi. “İstediği menülerin hepsini götürün!”

Bir taraftan masayı yemekler donatırken diğer taraftan Emin tabakları sıyırıyordu. Sıra tatlıya gelince dükkanda bir karışıklık oldu. Etrafındaki kalabalıkla en arka masaya geçen adamın etrafında herkes dört dönüyordu. Adam masaya oturalı beri diğer müşteriler taksit taksit adamın yanına uğrayıp “Mustafa Bey bir fotoğraf çekinebilir miyiz?” diye soruyorlardı. Emin dışarıdan fark edilmesi güç gözleriyle arkasına ufak bir bakış attı. “Temiz yüzlü, açık alınlı güzel bir gençmiş. Aynı televizyondan göründüğü gibi.” dedi kendi kendine. Künefeleri de yedikten sonra ağır adımlarla ayağa kalktı. Bu sırada Mustafa Bey denilen adam bir kere Emin’e baktı, garsonlardan birisi bulaşıkhaneyi göstermeyi düşündü, bir çocuk parmağıyla onu gösterdi. Kasaya gelince yamalarla dolu ceketinin iç cebinden iki yüzlüklerle dolu balyayı zorla çıkardı, masaya bıraktı: “Mustafa Ceceli Bey’in hesabını da buradan alın, kendisine selamımı söyleyin. Üstünü de garsonlar arasında üleştirirsiniz.”

İHTİRAMAT