Türkiye’de bugüne dek, üçü net ve herkes tarafından kabul edilen, ikisi girişim aşamasında kalan ve tartışılan, ordunun siyasi iktidara el çektirdiği veya “dur” dediği çeşitli darbeler yaşandı. Bugün yargı aşamasında olan ve yargıda adaletin tartışılmasına da yol açan çeşitli davalarla ülke demokratikleşiyor derken, AKP iktidarının ve bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözlerinin ve eylemlerinin sonucunda “Türkiye’de ilk kez bir sivil diktatörlüğe doğru gidiş mi var?” endişesi yaygınlaşmaya başladı. CHP ise zaten kendi içinde çeşitli darbelere maruz kalmış, “Beğenilmeyen il, ilçe örgütlerinin tavsiyesine alışmış”, her kafasından başka bir ses çıkan, acayip bir sosyal demokrat parti (!) olarak, ülke siyasetini yönetme derdinden uzak, partiyi yönetme derdine düşmüş vaziyette…

Cemiyetten partiye uzanan milliyetçi çizgi

“Türkiye’deki bu demokrasi hazımsızlığının kaynağı nedir?” diye düşündüğümüzde ise bu ülkenin genlerinin gözlenmesi gerektiği sonucuna ulaşıyoruz. Osmanlı döneminde, 1889’da kurulan ve Osmanlı tebaasının içinden Türk milleti yaratmayı hedefleyen “İttihat ve Terakki” olgusu, zaman içinde bir cemiyetten siyasi bir partiye dönüşerek bugünlere de damgasını vurdu. İttihat ve Terakki’nin içinde yer alan ve 22 Eylül 1909’da Selanik’teki gizli kongreye Trablus delegesi olarak katılan Mustafa Kemal’in, bu oluşum içinde yer alanlardan demokrasiye en fazla inanan insan olduğu kongredeki şu cümlesinden anlaşılmaktadır: “Cemiyet içinde zabitlerin (subayların) bulunmaması gerekir, siyasetle uğraşanların ise askerlik görevini bırakması doğru olur.”

İttihat ve Terakki’nin geleneğinde neler var?


İttihat ve Terakki, tüm propaganda yöntemlerini o zamana göre en üst düzeyde kullanır, içinde çok sıkı disiplin uygulanırdı. “Türk milleti” yaratmayı hedeflerken, halkın bu ideali çok da iyi kavrayamayacağından her zaman kuşku duyan hareket, halk adına halkın hiç istemediği işlerin içinde yer almaktan da kaçınmadı. Merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu’nun Abdülhamit’e karşı gerçekleştirdiği 1908 İhtilalını (kimilerine göre Devrimi) Selanik'te bulunan İttihat ve Terakki merkez komitesi organize etti. Meşrutiyet hükümetlerini düşüren, Nisan 1909'da cemiyete muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü üzerinde kimliği belirsiz bir kişi tarafından öldürülmesi üzerine çıkan olayların sonucunda, "31 Mart Vakası" olarak bilinen ayaklanmaya sebep olan ve bu ayaklanmayı bastırarak gücünü artıran, Bab-ı Ali baskınına karışan İttihat ve Terakki, sonunda iktidar olmayı da başardı. Almanya ile imzaladıkları anlaşmayla Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’na girmesine neden olan İttihat ve Terakki kadroları, Kurtuluş Savaşı içerisinde de en ön saflarda yer aldı ve milli mücadelenin kazanılmasında etkin rol oynadı. İttihatçı kadroların arasında, Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, İsmet İnönü, Celal Bayar, Çerkez Ethem gibi isimlerin yanı sıra, basın ve propaganda sözcüleri olarak Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay gibi isimler de bulunuyordu.

Kimse sütten çıkmış ak kaşık değil!

Zaten uzun bir dönem CHP’de de yer almış olan, kısa bir dönem gelişen komünist hareketi engellemek adına gerçek TKP yerine devletin kurduğu TKP’nin de başına geçen ittihatçı Celal Bayar, daha sonra DP içinde yer aldı ve bugünkü “sağ” partilerin beslendiği ideolojinin, pragmatizmin ve başarının fikir babalarından biri olarak tarihe geçti. Yine “sağ” partilerin, özellikle din meselesini öne çıkaran partilerin sahip çıktığı büyük şair Mehmet Akif Ersoy da bir ittihatçıydı… Tıpkı Kürt olmasına rağmen Türkçülüğün esaslarını yazmış Ziya Gökalp gibi. Yani Başbakan’ın İsmet İnönü’ye yönelik eleştirileri doğru olsa bile, kendisinin de siyaset geçmişinde İttihat ve Terakki genlerinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta bunu daha da iddialı hale getirip Kürt hareketinde de bu genlerin etkin olduğunu söyleyebiliriz.

Ret ve inkâr mı, kabullenme ve teslimiyet mi?

Beğenelim beğenmeyelim bugün Türkiye siyasetine, siyasetçisiyle, ordusuyla ve hatta sıradan insanıyla İttihat ve Terakki hareketi damgasını vurmuş durumdadır. Üstelik tebaa olmaktan ulus olma sürecine geçişte, Kurtuluş Savaşı’nda İttihat ve Terakki önemli başarılara da imza attı. Hatta Mustafa Kemal Atatürk’ün İttihat ve Terakki hareketi içinde yer almakla birlikte demokrasiye en fazla inanan kişi olduğunun da altını çizmeliyiz. Tüm bunlar 19’ncu yüzyılın sonu ve 20’nci yüzyılın ilk çeyreği için yani yaklaşık 50 yıllık dilim için, normal ve doğru kabul edilebilir. Ama çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler için mücadele edebilmek için önce kendimizle yüzleşmeli, genlerimizde var olan ittihatçılıkla hesaplaşabilmeliyiz. O zaman belki CHP; programıyla, tüzüğüyle ve eylemleriyle demokrasiye inandığını ortaya koyan, ayak oyunlarından uzak duran gerçek bir sosyal demokrat parti olabilir. Veya kendini feshedip, bir vakıf halinde örgütlenmesi ve içindeki sosyal demokrat katmanların güçlü bir parti kurması mümkün olabilir. Belki o zaman, “zaten hiçbir şeyden anlamayan halkı” korumak adına askeri darbeler yapma fikrini tamamen kafamızdan silip, en kötü iktidarı bile seçimle tarihe gömme demokratlığına ulaşabiliriz. Belki o zaman, iktidarda kendimizi çok güçlü hissettiğimizde bunu bir sivil diktatörlüğe dönüştürme arzusundan vazgeçebiliriz. Belki o zaman kendimiz gibi düşünmeyenlere saygı duymayı öğrenip, halkı halktan korumaya kalkışmayız.