William Faulkner ile cumartesi günü Eyüp’te buluştum. Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyaret ettikten sonra havanın güzel oluşunu fırsat bilerek kendisiyle beraber bir boğaz gezisi yapmayı planladım. Hem uzun sohbet imkanı bulacaktım, hem bütün sorularımı sorabilecektim, hem de güzel İstanbul’umuzun güzeller güzeli Boğaziçi’sini gösterecektim. Paşabahçe isimli vapurumuz korna sesleri arasında iskeleden ayrılır ayrılmaz gerimizde kalan ve giderek büyüyen manzara Faulkner’i büyülemiş olmalıydı, çünkü sadece bakıyor bakıyor bakıyordu. Altınboynuz’dan çıkıp Dolmabahçe’ye doğru süzülürken ilk sorunun vaktinin geldiğini düşündüm.

Sayın Faulkner, bir yazar nasıl gerçek bir romancı olur?

Yüzde doksan dokuz yetenek, yüzde doksan dokuz disiplin, yüzde doksan dokuz çalışmak. Yaptığıyla hiç yetinmemeli. Sanatçı gözünü kapatıp kendini işine kaptırandır. Neden böyle olduğunu bilmez ve çoğunlukla da bunu düşünemeyecek kadar yoğundur.

Dolmabahçe’nin önündeydik. Saray hakkında anlattıklarımı dikkatle dinledi. Kısa bir bilgiden sonra vapur Ortaköy’e geçiyordu, ben yeni soruya.

O zaman bir sanatçı için en iyi çalışma ortamı nedir?

Sanatın çalışma ortamıyla alakası yoktur. Nerede olduğunun hiç önemi yoktur.

Vapurumuz Galatasaray Üniversitesi’nin yanından geçerken Faulkner, buraya ne olduğunu sordu. Sadece “maalesef yandı.” diyebildim. Ortaköy Camii ile beraber boğaz köprüsünü aynı kareye sığdıracak birkaç fotoğraf çekti. Turumuza devam ettik.

Yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı var mıdır?

Hayır. Yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı yok. Tek ihtiyacı olan şey kağıt ve kalemdir. Para karşılığı iyi yazılmış bir şeye rastlamadım hiç. Her zaman bir şey yazmakla meşguldür. Eğer birinci sınıf bir yazar değilse, zamanı ve ekonomik özgürlüğü olmadığı gibi özürlerin arkasına sığınır. Hiçbir şey iyi bir yazarı yok edemez. İyi bir yazarı değiştirecek tek şey ölümdür. İyi yazarların başarıyla ve zengin olmakla uğraşacak zamanları yoktur.

Faulkner, Beylerbeyi Sarayı’nı ve ardından aralarından geçtiğimiz Anadolu ve Rumeli hisarlarını çok beğendiğini söyledi. Fatih Sultan Mehmet köprüsünün altından geçiyor, Kanlıca’nın yolunu tutuyorduk.

Standardınız ulaşmak için hangi teknikleri kullanıyorsunuz?

Eğer bir yazar teknikle ilgiliyse, ameliyat yapsın veya tuğla döşesin. Yazma işinde mekanik bir yöntem ve teorik bir yol yoktur. Genç bir yazarın teori peşinde koşması deliliktir. Kendinizi hatalarınızla eğitin; insanlar sadece yanlışlarından öğrenirler. İyi bir sanatçı kimsenin kendisine öğüt verecek kadar iyi olmadığına inanır.

Üst üste sorularımdan sonra, kendisini boğazın en sakin kısımlarındayken biraz dinlenmeye bıraktım. Sarıyer ve Kavakları böylelikle dolaşıp geri döndük.

Yazdıklarınızın ne kadarı şahsi deneyimlerinize dayanıyor?

Bilmem, hiç hesaplamadım. Çünkü “ne kadar” olduğu pek önemli değil. Bir yazarın üç şeye ihtiyacı vardır: deneyim, gözlem ve hayal gücü. Bunlardan iki tanesi varsa-bazen biri de yeter- diğerinin eksikliğini kapatır. Benim durumumda bir hikaye genellikle bir tek fikirden veya beynimde bir resimden doğar.

Dönüş yolu daha hızlı mı geçiyordu, yoksa sohbetin tadından mı bana öyle geliyordu anlayamadım. Vapur tekrar Boğaziçi Köprüsü’nün altına çoktan gelmişti ve benim iki sorum daha vardı.

Münekkidin (eleştirmen) işlevi nedir?

Sanatçının münekkide kulak verecek zamanı yoktur. Yazar olmak isteyenler münekkitleri okur, yazanların eleştiri okuyacak zamanları yoktur.

Yazdıklarınızı biriyle tartışmak gibi bir ihtiyaç duyuyor musunuz?

Hayır. Yazdığım beni memnun etmeli, eğer ederse kimseyle konuşmama gerek kalmıyor. Etmezse biriyle konuşmak bir işe yaramaz, çünkü yapılacak tek şey yazının üstünde daha çok çalışmaktır. Ben edebi bir şahsiyet değilim, sadece bir yazarım. Dükkan sahibi gibi konuşmaktan hoşlanmam.

Eminönü’ne geldiğimizde güneş batmaya meyletmişti. Karaya adım atarken elimi uzattım. İndikten sonra ise teşekkürlerimi iletip isterse röportajımızı www.aydınses.com sitesinden okuyabileceğini belirttim. Kesinlikle bakacağını söyledi, uyandım.

İhtiramat