Bir Cuma günü ikindi sularıydı.

Misafirden misafire sobası yanan buz gibi misafir odasında bekleşiyorduk.

Babam, Erdem ve ben. Dakikalar geçtikçe babam yerinde duramaz olmuş, odayı adımlamaya başlamıştı. Kardeşim ve ben ise üşüyen halimizi en aza indirmek için bacaklarımızı altımıza almış kendimize sarılmıştık. Babam bazen attığı voltaların birinde aniden duruyor, bir şeyler duymak istiyormuş gibi kulak kesiliyordu. Oda dar gelmiş olacak ki dışarıya çıktı. Çok geçmeden geri geldi. Abdest almış, yüzünü kuruluyordu. Yüzünden havluyu çekince yüzünün güldüğünü gördük. Dudakları dualar okurken bize “duydunuz mu?” diye işaret ediyordu. Evet, biz de duymuştuk. Takvimler 17 ocak 1997’yi gösterirken ince bir cıyaklama sesi, ailemizin beşinci ferdinin dünyaya teşrif ettiğini ilan ediyordu. 
Dün gibi hatırlıyorum bu sahnelerin her birini. Babamın yüzünde saniyeden saniyeye değişen mimikleri de hatırlıyorum. O mimiklerin ne demek olduğunu şimdilerde daha iyi idrak ediyorum. 
Ailenin beşinci üyesinin bizden farklı yetişeceği daha ilk günlerden belliydi. Bizim zamanımızda olmayan hazır bezlere yetişmişti kerata. Türlü türlü ıslak mendiller, kavanoz kavanoz bebek mamaları, rengarenk elbiseler de bonusları olmalıydı ufaklığın. O günlerde beni Bursa’ya anneannemin yanına göndermişlerdi. Sebep sanırım ufak tefek kıskançlıklardı. Kaşla göz arasında bir ufak cimdik, yahut sessizinden temiz bir şaplak atmış olabilirim, pek hatırlamıyorum. 
En küçük kardeşimle birlikte yaşamaya alışmam bebe bisküvilerini yemeye başladığı günlere denk geliyor. Annem ve babamın bisküvilerin çabuk bitmesine şaşmaları benim tırtıklamalarımı gerçekten fark etmiyor oluşları mıydı yoksa şefkatli gözlerle görmezden gelmeleri miydi bilmiyorum. Bildiğim tek şey bebe bisküvilerinin çok lezzetli olmalarıydı. Beş kişilik hayata alışmamda bana yardımcı olan bir durum da annemin pazara giderken onu bana bırakmasıydı. Defalarca yemeğini yedirdim, defalarca ayağımda salladım-şimdi faydasını görüyorum- Arkadaşlarımın top oynamaya çağırdığı zaman hemen uyutup tam kapıyı sessizce kapatmaya çalışırken açtığı gözlerini hiç unutamıyorum.
Okul çağına gelmeden birçok okul konusu hakkında bilgi sahibi olması, enteresan fikirler ortaya atması, tahmin edilemeyen bir sırada yaptığı ufak taklit çevremizdeki bütün gözleri onun üzerine çekiyordu. Diğer kardeşimle ben, pabucumuzun dama atıldığını yeni yeni fark ediyorduk. Kimse ona kızmıyor, kimse, değil dövmek fiske dahi vurmuyordu. El bebek gül bebek büyümek tabirini işte bu günlerde tam manasıyla anlamıştım. 
Babamın her işi “abiler daha çok çalışır, hadi bakalım” diyerek bize yıkması işin canımızı en çok sıkan tarafıydı. Ekmeği Erdem alır, çöpü Erdem atardı. Benim görevim kömürlüğe inip tenekeyi doldurmaktı. Bizim ufaklığın vazifesi ise alkışlar içinde su getirmekti. Bize ekmek alıp kömür doldurduğumuz için “aferin” i bile çok görenler, onun getirdiği bir bardak suya bir tek şapka çıkarmıyorlardı. Zübeyir okula başlayıp öğretmenlerinden övgüler almaya, sınavlarda yüz getirmeye, imtihanlarda birincilikler kazanmaya başladıktan sonra onunla yarışmayı bıraktık. 
Bükemediğimiz eli öpme vakti ise tam puana yakın bir dereceyle kolej kazandığı günlere rastlar. Artık kabullenmek zorundaydık. Boyu boyumuzu aşmış, dili pabuç kadar olmuştu. Laf yetiştiremiyorduk. Mecburen onu da aramıza aldık. Aramızda on yaş olmasına rağmen hiç zorlanmadı. Sanki yaşıtımız gibi muhabbetimize katıldı. Sayesinde kardeşlerin en iyi arkadaş olduğunu fark ettik. Üç erkek kardeş olmanın aslında ne kadar da mükemmel bir fırsat olduğunu her bir araya gelişimizde çok iyi anlıyorum. 
Ortanca kardeşim mi? “O şimdi asker.” Tezkeresine on dokuz gün var. Bu demek oluyor ki biz, üç erkek kardeş on beş tatilde bir araya geleceğiz. Tatili iple çekiyor oluşum biraz da bundan galiba.