Telefonum çalıyordu. Bense sadece ekranına bakıyordum. Parmağımın soldan sağa doğru küçük bir hareketine bakmasına rağmen telefonu açamadım. Arayan kişiye verdiğim sözü tutamadığım için mahcuptum. Israrla sonuna kadar çalan telefonum sonunda sustu. Gelen çağrıya “şu an müsait değilim, birazdan ararım” şeklinde bir mesaj yolladım. 
Mesajda verdiğim sözü tutmadığımı dört saat sonra acı acı çalan telefonumun ekranına bakınca anladım. Yine “editör” kod adlı şahıs arıyordu. Mecburen açtım, özürler diledim, ilk verdiğim sözdeki emaneti birazdan bırakacağımı ifade ettim. Beni dinledi “Şimdi bırakmanın bir faydası yok” dedi. “Akşam getireceksin. Verdiğim adresi not et. Balat’ta otobüsten iniyorsun, ondan sonra iki sağ, dört sol yapıyorsun, ileride sağda fırıncı Muzaffer’e emaneti bırakıyorsun.” Tamam demeye kalmadan ekledi. “Onun haberi var, seni bekliyor.”
Dolunayın iri ve sapsarı olduğu bir akşamdı. Ay henüz şehrin ufuklarındaki binaların ardından kendini göstermeye çalışıyordu. Emaneti sağlam bir poşete koyduktan sonra çantamdaki kitabımın-merak edenler için söyleyeyim: Hasan Ali Toptaş’tan Uykuların Doğusu- yanına sıkıştırdım. Balat’tan geçecek olan ilk otobüse atladım. Yol boyunca bu akşamın hayatımda bir mihenk taşı olup olamayacağını, yirmi otuz sene sonra “falanca gece filanca yere giderek ilk adımı atmıştım” şeklinde bir hatıra anlatıp anlatamayacağımı düşündüm. 
Editörün dediği durakta indim. Aynen tarifte olduğu gibi ilk sağdan saptım. İki sokak geçtikten sonra tekrar sağa döndüm. Vakit akşam ile yarımın ortalarındayken Balat’ın dar sokakları hala hareketliydi. Kasabından bakkalına, berberinden televizyon tamircisine kadar birçok dükkan açıktı. Anadolu’da çalıştığım yıllarda ilçedeki en büyük marketin bile yatsı ezanını beklemeden kapattığını, şehrin, gecenin tamamını bir ölü gibi geçirdiğini hatırladım. İnsanların bazıları sokak köşelerinde, bazıları kahvehanelerdeydiler. Sanıyorum hava güzel olsa, mesela serin bir bahar akşamı falan, apartman girişlerinde oturan ablaları da görürdüm çekirdek çitlerlerken. Dört sokak geçtikten sonra soluna döneceğim caddeye gelmiştim. Dikkat çekmemek için başımı kaldırmadan sadece kaşlarımı kaldırarak duvarlarda caddenin adının yazılı olduğu tabelayı aradım. Evet, tam da olmam gereken yerdeydim. Bu cadde daha kalabalıktı. Görmesem buralarda bir yerde sokak pazarı var da insanlar oradan geliyorlar sanabilirdim. Şimdi daha dikkatli olmalıydım. Ellerimi emanetin bulunduğu poşetin ucuyla birlikte cebime soktum. Başımı enselerini kaldırdığım paltomun içine biraz daha gömdüm.
Tarife göre fırın bu cadde üzerinde sağda olmalıydı. Sağa bakarak yokuşu tırmanmaya başladım. Ne olur ne olmaz diye sağ tarafa da bakmayı ihmal etmiyor, üç beş adımda bir dükkan camlarındaki yansımalardan arkamda birinin olup olmadığını kontrol ediyordum. Ne dikkat çekmemek için kaldırımın üstünden evlere yakın yürüyordum ne de yolun ortasından. Kırk yıllık herhangi bir Balatlı gibi ağır adımlarla devam ettim. 
Balat’ın böyle bir yer olduğunu hiç bilmiyordum. Acaba bana gece olduğu için mi böyle göz alıcı geldi. Yoksa gündüz de böyle hareketli ve cazibeli miydi? Bunu öğrenmek için bir gün çantamı sırtıma takıp Balat’a gelmeyi, gözüme kestirdiğim bir kahveden kendime çay söyleyip biraz kitap okumayı hatta bir şeyler karalamayı düşündüm. Bunu düşünürken etrafımı gözetlemeyi ihmal etmedim. Sonunda sağda diye tarif edilen fırını gördüm, cılız bir selam ile içeri girdim. Adam yabancı olduğumu anlamış gibiydi. “Muzaffer Bey mi?” dedim. Fırıncı gerisini söylememe fırsat vermeden ellerini uzattı. “Editör Bey’e değil mi?” dedi. “Tamam, şöyle alayım.” Kolay gelsin deyip çıktım. 
Balat’ın ara sokaklarından otobüs durağına inerken “editör”üme telefon açtım. “Efendim emaneti, aynen dediğiniz gibi fırıncı Muzaffer’e teslim ettim.” dedim. “Hadi hayırlısı bakalım Erhan Hocam.” dedi. “İlk kitabın hayırlı olsun.”