Kontağı çevirip arabadan indim. Kaputunu açtım. Motorun tekdüze sesini dinledim. Yağ çubuğunu çekip üstüpü ile sildikten sonra tekrar yerine bıraktım. Suyuna gelişigüzel bir bakış atarak kapattım. Tekerleklerin hepsine ayrı ayrı attığım tekmelerden gelen tok ses ile yola hazır olduğumuza kanaat getirdim. Emniyet kemerlerimizi bağladık. İki kişilik dört günlük tatile artık hazırdık.

Aslında hiç de afili bir uğurlama töreni olmadı bizimki. Ne ilçe belediye başkanımız İsmail Kavuncu ne Büyükşehir belediye başkanımız Kadir Topbaş ne de Vali Mutlu uğurlamaya gelmemişti. Mütevazı uğurlama törenimizde Hakan’ın uykulu sarılışı, Talha’nın kuru bir “iyi yolculuklar”ı, Selahattin’in ardımızdan döktüğü bir maşrapa su vardı.

“Erken kalkan yol alır” düşüncesiyle günün doğuşunda güneşe doğru başladı yolculuk. Serindi hava. Arabamızın güneşliklerinin yetmediği yerde gözlüklerimiz devredeydi. Hımm arkadaşımı tanıtmadım size: Bayezid. O da okur, o da yazar.

Ebedi iki dostun beraber tatile çıkmasından daha fazla özenilecek ne olabilir ki. Açıkçası bu dostluğa güvenerek rota haricinde bir plan da yapmadık. “Nerede akşam, orada sabah” tabiri bizim tatilimize uygun düşse de açıklamaya yeterli olmaz sanırım. Tatil için bir basın açıklaması yapmak gerekseydi sanırım şu cümle kafi gelirdi: “asgari masraf, azami gezme, görme, müşahede, yazma, dinlenme ve eğlence.”

Rotamız belli dedim ya işte o rotanın üzerinde ilk gün için Bursa, Karacabey, Bandırma ve Erdek yazıyordu. Karacabey’deki mahalle kahvesine kadar ufak tefek ihtiyaçlar haricinde mola verdik sayılmaz. Kahvenin dışarıdaki masalarından birine oturmamıza rağmen çay söyleme bahanesiyle içeriye girdim. Amacım içerisini görmekti. Kahveciden başka üç amca vardı içeride. İkisi masalardaki gazete tomarlarında kaybolmuş, biri tomarın üstüne başını yaslayıp uyuyakalmıştı. Kapının karşısındaki duvarda kimsenin hatırı kalmasın diye asılmış beş esnaf takviminden önce yan duvardaki Sultanahmet manzaralı İstanbul tablosu dikkatimi çekti. Payitahtta yaşadığıma bir kez daha şükrettim. Demek ki nerde olursa olsun herkesin içinde bir İstanbul kırıntısı taşıyormuş.

İlkokul yıllarından beri Marmara Denizi’nin güneyinden ortasına doğru mantar şeklindeki çıkıntıyı yani Kapıdağ Yarımadası’nı hep merak etmişimdir. Kendileriyle karşılaşmak ve bizzat müşahede etmek bugüne nasipmiş. İki körfezin ortasında kalan dar boğazdan geçerken içim biraz burkulmadı desem yalan olur. Tabiatın en güzel köşelerinden biri olmaya namzet iki körfezin birbirini seyrettiği bu nokta, oldukça bakımsız ve kendi halindeydi. Kıyıyı tatlı tatlı döven dalgalara ve yarımadanın tepesini süsleyen ormanlık alana inat koca bir fabrika, homurtuyla hem manzarayı hem de denizi kirletiyordu. Boğazı geçip Erdek’e indik.

Küçük bir tatil kasabası olarak beklediğimiz Erdek, her taraftan çıkan başlarıyla insanların akınına uğramıştı. Ne denize girecek bir avuç plaj vardı ne de gölgesinde oturup soluklanacak bir ağaç. Neyse ki imdadımıza yerli halktan bir esnaf ağabeyimiz yetişti. Sıkılmadan enikonu bize nerede karnımızı doyurup, nerede dinlenip en güzel nerede denize girebileceğimizin adeta seminerini verdi. Beyefendinin tarif ettiği yöne gitmek istiyorduk ama kendisi anlatmayı bir türlü bitiremiyordu. Az daha devam etse mutlaka belediyenin çöp vergisinden şikayetlenip, hükümetin emekli maaşına yapacağı zamdan bahsedecekti. Müşterisi geldi de teşekkür edip yolumuza devam edebildik.

Karnımızı doyurduğumuzda güneş batı ufkuna yaklaşmış, sıcak epey kırılmıştı. Bizi gün içinde yoğuran sıcağın ve azar azar kendini hissettiren yorgunluğun çaresini kendimizi tenhalaşan plaja atarak bulduk. Deniz yosunlu ve biraz kirliydi ama bizi avutmaya yetti. Güneşi ertesi güne uğurlarken Marmara’nın serin göğsünde sırtüstü uzanıyordum.