Ne zaman “Eskiciiii, eskiler alırım eskiciiiii!” diye bir ses duysam kendimi hemen ilkokul sıralarında bulurum. Zaman makinesinin sihirli kelimesidir benim için sonundaki i’si uzatılmış “Eskiciiii” kelimesi.

Küçükken sağdan soldan bakır topladıktan sonra eskiciye satıp top alma hayallerimizden önce nasıl oluyor da ilkokul sıralarına gidiyorum onu anlatayım. Eskici, Türkçe kitabımızda bulunan hikayelerden birinin adıydı. Refik Halid’e ait bu hikayede Hasan adında küçük bir çocuk vatanından uzakta yabancı dili konuşan insanların arasında kalır, canı sıkılır. Sonra bir ayakkabı tamircisinin-o adama eskici diyorlar- Türkçe konuştuğunu duyar. Çocuk İstanbulludur eskici İzmitli. Gurbette kilometreler fark eder mi? Hemen kaynaşırlar. Hasan hem eskiciyle muhabbet eder hem de ayakkabıları tamir edişini izler. Memleket Hikayeleri’nin yazarına ait bu minik hikayede aklımdan çıkmayan cümle çocuğa aittir: “çiviler ağzına batmaz mı senin?”
Geçen günlerin birinde, bu sefer öğretmen olarak, Türkçe kitabını okurken aynı hikayeye denk geldim. Hala var Türkçe kitaplarında. O eskici beni alıp çocukluğuma, eskiciye bir şeyler satmaya çalıştığımız günlere götürdü. Herkes evinin bodrumundan yahut tavan arasından gün gelir lazım olur düşüncesiyle bir türlü atılamayan ıvır zıvırları annesine babasına yakalanmadan getirirdi. Ortak bir yerde birleştirirdik. Üstüne sokak sokak gezip-biz çocukken çocuklar sokaklarda rahatlıkla gezebiliyordu- bulduğumuz demir parçaları, delik soba kovalarını, dökümden kül ızgaralarını, kesik kabloların içlerinden parlayan bakır telleri eklerdik. Sonraki aşama ise “Eskiciii, eskiler alırım eskiciii” sesine kulak kabartmaktı.

Eskiciyi denk getirdiğimizde etrafını sarar, demirleri çuvala doldurup elindeki kantarla tartışını, onları etrafı elle yazıldığı belli yazılarla süslenmiş arabasına koyuşunu, bakır telleri nasıl bir çırpıda kabloların plastiklerinden soyup bir top yumak haline getirişini dikkatlice izlerdik. Aramızda görev paylaşımı da vardı. Kimimiz tartıya hile karıştırmasın diye tartıya çok dikkat ederdi, kimimiz tartmadan arabasına atmasın diye yerde duran malzemelerimize. Eskicinin en zorlandığı kısım ise pazarlıktı. Hiçbir yetişkinin yapamadığı pazarlığı kirli minik ellerimiz ve delik ceplerimizle biz yapardık. Bizim pazarlığımızda sayılar hep kendinden büyüklere yuvarlanır eğer o para bizim eleman sayımıza tam bölünemiyorsa son bir ekleme daha yapılırdı. Bu, bizimle alışveriş yapmak isteyen eskicilerin razı olması gereken bir kuraldı. İtiraz edeni takip edip pişman edeceğimizi tecrübeyle bildikleri için ne istersek çıkarıp verirlerdi. Eskiciden gelen parayla bir top, üstüne herkese birer dondurma alabiliyorsak başka bir şeye gerek yoktu bizim için. Mutlu olmayı biliyormuşuz meğerse.

Şimdilerde eskiciler, eski eskiciler değil. El arabasıyla dolaşanı çok azaldı. Ya kamyonet yahut minibüsle dolaşıp mikrofondan anons ediyorlar. Denk gelirse bir bakın dükkanlarına buz dolabından, klimaya; bulaşık makinesinden mutfak robotuna kadar neler var neler. Hele bir de temizse mallar, beyaz eşya dükkanı mı diye dönüp bir daha bakarsınız. Bilgisayar monitörleri ile kasalarının bulunduğu kısımları eski internet kafeleri benziyor. Hele bir de küçük esnafın dediği gibi yazıhaneye benzer odalarına bir bakın. Masalarında sümen takımı, kalemliklerinde envai çeşit renkli kalemler, kapağı açık laptoplarında eskicilere özel envanter kaydı tutan bilgisayar yazılımlarıyla adeta büro halini almışlar. Giyimleri temiz, konuşmaları gayet nazik.
Diyeceğim o ki değişime eskiciler de ayak uydurmuş. Hem de öyle çok eskiden falan gelmiyorlar. Teknolojik olarak olsa olsa birkaç tık var aramızda. Ama bana sorarsanız mikrofona konuşanlarını, minibüslerle dolaşanlarını değil gür sesleriyle mahalleyi şenlendiren “Eskiciiii”leri tercih ederim. E ne de olsa biz de eski sayılırız artık. Kim otuz yıllık herhangi bir şeye eski demez ki?