Vuslat ne kadar sevinçli ise hicran da o kadar hüzünlü oluyor. İlk teravihte “Merhaba yâ şehr-i gufrân Ramazan” kasidesi okunmuştu; şimdi ise “Elveda yâ şehr-i gufrân Ramazan”ın okunma zamanıdır. Gelmeden iki ay önce bizi atmosferine alan Ramazan Ayı giderken nazik bir misafir edasıyla bizlere hediye bırakmaya hazırlanıyor.

Artık ne dolaptaki soğuk suların bir kıymeti olacak ne boy boy dizilmiş meşrubatların ne de tenceredeki sarmaların. Akşam eve eli poşetle gelmelerin tadı kaçacak, erzak alış verişinin zevkini bile mumla arayacağız. Dakikaların saatleştiği iftara yakın anlarda sırf vakit doldurmak için yapılan salta soslarını, peynir, zeytin, hurmadan oluşan iftariyelik tabaklarını, pul biber ve zeytin yağıyla yoğurulmuş söğüş soğanları, her sıkımı özene bezene dizilmiş çiğ köfteleri, fırında üstü yakılmış şütlaçları, cevizli güllaçları unutun gitsin.

Gecenin bir yarısı sokağımızdaki hanelerin ışıkları birer birer yanmayacak artık. Gecenin sessizliğine tabak kaşık sesleri eşlik edemeyecek. Davulun sesi uzaktan hoş gelmeyecek. Sokakta davulcu kadar gürültü yapana müsamaha yok artık. Cami cemaati dağılmadan yarımlara kadar sohbet etmek, iftara gelen misafire “sahura da kalın” demek için bir sene daha beklemek zorunda kalacağız.

Düz yolda yürürken ayağımıza takılan taşa, caddeye hala asfalt dökmeyen belediyeye, ara sokaktan yola hızla giren şoförlere, trafikte makas atan gençlere, üst balkondan kafamıza halı, kilim, sofra bezi silkeleyen teyzelere, otobüse binerken sonradan gelip en öne atlayan uyanıklara, yaşlı diye verdiğimiz yeri gencecik bir kıza peşkeş çeken amcalara, üzümün koruğunu iyisinin altına gizleyen esnaflara, baklavanın şerbetinden eksilten tatlıcılara, her türlüsünü vitrinine koyup ağzımızı sulandıran turşuculara, her şeye burnunu sokan köşe yazarlarına, kitap yazdım diye meydana çıkıp etraftan aparan yazarlara yeteri kadar göz yumduk. Gönül ister bu engin hoşgörü senenin tamamına yayılsın ama gidişat o ki senenin geri kalanındaki hoşgörümüz bu aydan fazla olmayacak.

İki fazla bir noksan bitirdik Ramazan’ı. Gecesini gündüzünü Kur’an-ı Kerim hatmiyle dolduranlara, öğlenden sonra oturduğu yerde şekerleyip de “yok, hanım ne uyuması, gözlerimi dinlendiriyorum.” diyenlere, oruçlu ikindilerini kitap okuyarak değerlendirenlere, teravih sektirmeyen cengaverlere selam olsun.

Ayrılık vakti yaklaştıkça içine ateş düşen Mecnun misali sol yanımda bir burukluk hissetmiyorum desem yalan olur. Bu biraz “eldeki fırsatı yeteri kadar değerlendiremedik” düşüncesinden, biraz da “misafire gereken hürmeti gösteremedik” endişesinden kaynaklanıyor. Ama o ne nazik bir misafirdir ki giderken ardında “bayram” gibi koskocaman bir hediye bırakıyor.

Bakın mahyacılar iki minare arasına “Elveda yâ Şehr-i Ramazan”ı astılar bile. Müezzin efendi akşam ezanını biraz daha mı hüzünlü okuyor ne? Yoksa imam teravihi hızlı kıldırmıyor mu artık? Sanki davulcu da biraz daha sessiz vuruyor tokmağı. Pideciye “bir koşu” yollanan küçük afacan avucundaki iki lirayı sıkı sıkı tutumuyor gibi. Bakın işte bakın, her akşam pencereden sokaktaki çocuklara gülen teyze, bu sefer elinde tespihle gözyaşlarını sayıyor. Şu uzaklardan gelen sesi duyuyor musunuz? Kaside başlamış olmalı:

Elvedâ yâ şehr-i gufrân Ramazan…