Cami denilince içimde ılık bir rüzgar esişini fark etmemin, yüreğimin minicik olduğu zamanlarda olduğu gibi yine pıtır pıtır atışının, coşkun bir sevinci boğazıma kadar hissetmemin tek sebebi sanırım daha dört, beş yaşlarındayken dedemin kendisiyle camiye geldiğim her vakit için bana namaz çıkışı gazoz ısmarlamasıydı. Anlatılanlara göre bu, dedemin kendine has taktiğiydi. Zamanında annem ve teyzeme de aynı taktiği uygulamış, kıldıkları her vakit namaz için haftalık harçlıklarına ek ödemeler yaparmış. Amacı evlatlarını namaza alıştırmak.

Küçüklüğümün hatıralarına validelik eden Bursa’nın Çekirge semtinde ne zaman dedemin elini tutup I. Murat Camii’ne gitsem yalnızca gazozu hak etmekle kalmam, mahalle kahvesinin önünden geçerken dedemin kahvehane arkadaşlarının başımı okşamalarına mazhar olurdum. Kapısının önünden geçtiğimiz bakkal Şefik’ten okkalı bir “aferin” ile bal dükkanı olan rahmetli Faik Amca’nın zorla ağzıma tıktığı bir çorba kaşığı bal ise namazın bana daha dünyada kazandırdıkları arasında pekala sayılabilir.

Normal hayatta sert tavırlı ve kuralcı olan dedem, iş camiye gelince pamuk dede oluverirdi. Cami kapısındaki ayakkabı tutma şeklini gösteren fotoğrafı bana işaret eder “evladım, ayakkabının altından caminin içine pislik düşmesin diye ayakkabılar böyle taban tabana yapıştırılır, öylece ayakkabılığa götürülür.” derdi. Herkesle birlikte ben de ayakta dururken etrafa bakınmama bir şey demez, selam vermeden namazı bırakmama ses çıkarmazdı. Namazın sonunda sıra tespih çekmeye gelince dizime yavaşça dokunur kafasıyla “haydi” der, beni tespih dağıtmaya yollardı. Camilerin en çok ilgimi çeken parçası biraz da tespih demirleriydi. T şeklindeki demirin her iki tarafına dizilmiş tespihlerin karışanlarını ayırmak çok hoşuma giderdi. Sadece dedemin çevresinde oturan amcalara tespih getirirdim. Zaten diğerleri birbirine ulaştırıyordu. Ben tespih dağıtırken birçok tespih de havada bu sebeple uçuşurdu. 

Cuma ve bayram namazlarında yer kalmama tehlikesine karşı erkenden evden çıkar, ayakkabılarımız karışmasın diye ceplerimize birer poşet alır, ayakkabılarımızı içine koyardık. En fiyakalı elbiselerim üstümde olurdu. Namaz dönüşünde ise ailecek yaş sırasına girer hep beraber bayramlaşır ve alacağım harçlığı beklerdim. Elini öptüren dedem ağır hareketlerle kitaplığından büyücek bir kitabı çıkarır, içine ben görmeden evvel sakladığı on doları kitap sayfası karıştırır gibi bulur, çıkarır bana uzatırdı. Hayatımda en yüklü bahşişi dedemden alırdım.

O zamanlar camiye sadece dedem yaşındakilerin gittiğini düşünürdüm. Çünkü benden başka hiç çocuk olmaz, imam efendiyi saymazsak cami cemaatinin yaş ortalamasıyla benim yaşım arasında köprü olabilecek çeşitli orta yaşlardan da kimse olmazdı. -büyüdüm, yine camiye gidiyorum ama yaş ortalaması hala aynı- Zaten topu topu iki saf olan cemaatin hepsi birbirini tanır, namazı müteakip havaların durumundan, maaşlardan, zamlardan konuşurlardı. Ben her şeyi uslu bir çocuk rolünde sakince dinlerdim.

Cami cemaati deyip geçmemeli, her biri ayrı birer dünya onların. Ağır adımlarına tecrübe, sırtlarından eksik etmedikleri ceketlerinde yaşanmışlık sinmiştir. Ceplerinden ayırmadıkları pamuklu mendillerini sıksanız nice emeklerin alınteri, nice üzüntülerin gözyaşları damlar mutlaka. Namaz vaktinden yarım saat önce gelip cami bahçesindeki asmanın altında muhabbet edenleri de vardır, öğlen namazına çıkıp yatsıyı kılmadan eve gelmeyen müdavimleri de. Caminin en ufak sıkıntısında ellerini ceplerine atmaktan çekinmez, gerekli gördükleri eksiklikleri imam efendinin kulağına küpe etmekten geri kalmazlar.

Ülkemizin yaş ortalaması ve kişi sayısı en yüksek cemaatinin her bir ferdini hangi cami hangi şehir olursa olsun sevdiğimi hissediyorum. Nerede bir camiye gitsem hepsiyle olmasa da en azından birkaç tanesiyle namaz çıkışı musafaha eder, kısık sesle “Allah kabul etsin” derim. Ve her ne zaman böyle desem bir rüzgar cami çıkışında beni alır, çocukluğuma, dedemin elini tutup I. Murat Camii’ne gittiğim bayram namazlarına götürür.