Laiklik ilkesinin değişik yorumları şüphesiz vardır.Bana göre ise “laiklik” tanımında en az şu konular bulunmalıdır;

-Ülkeyi yöneten kişilerin yönetim güçlerini halkından aldığı, yani göksel inançlardan/dinden dayanak almadığı,

-Dinin devlet yönetme işlerine karışmadığı,

-Devletin de vatandaşının dini inanışlarına karışmadığı, her inanca eşit uzaklıkta durarak kişilerin inançlarının gereğini özgürce yapabilecekleri koşulları hazırlamakla görevli olduğu, hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemediği,

-Bununla birlikte dinlerin devlet düzenini bozabilecek davranışlarını da önlemekle yükümlü olduğu,

-Kişilerin de inançlarını bir başka kişi ya da kuruma baskı unsuru olarak kullanmadan, devletin ana işleyişine engel olmayacak şekilde özgürce yapabilmeleri,

-İnançlar ile günlük değişimleri gerektiren devlet yönetiminin ayrı tutulması.

Laiklik; din ve vicdan özgürlüğünün en büyük güvencesi, çağdaş demokrasilerin özü, “olmazsa olmaz”ı, vazgeçilemezidir. Zaten demokrasi ve laiklik birlikte ise çağdaş bir anlam kazanır.

Anayasasında laiklik ilkesini kabul etmiş devletler arasında Japonya, Fransa, Meksika, Portekiz; Anayasalarında yazılı olmamakla birlikte laikliği benimseyenlerden ise ABD, Hindistan, Küba, İrlanda, Avustralya, Endonezya, Senegal, Mali ve Tunus sayılabilir. 1.5 milyarlık Müslüman dünyasında kendine tek laik ülke diyebilenin Türkiye olması düşündürücüdür. Aslında bazıları da bunu söylemek isteseler de “Kuran’ın dini devletten ayırmaya izin vermemesi” gerekçesini aşamadıkları görülmektedir.

Cumhuriyet ve demokrasi ile yönetilen ya da ismi öyle anılan her ülkede eğer gerçek anlamda laiklik yoksa orada uygulanan rejim de gerçek demokrasi olamaz; örneğin İran İslam Cumhuriyeti gibi.

İslamiyet’in demokrasi ile uzlaşabilirliği ise en çok tartışılan konulardandır. Bu soruya “evet” diyenlerin sayısı oldukça azdır. Genelde “dinin açık hükümleri varken başka bir şey uygulanamaz” düşüncesi ağırlıktadır.

İmparatorluklar yıkılıp ulus devletler kurulmaya başlayıncaya kadar dinin birleştirici etkisi var sayılmakta idi. Ancak ulus devletlerle birlikte dinin bir toplumu tek başına ayakta tutmaya yetmediği görüldü. Ümmet düşüncesi yerini ulusa bıraktı. Din, ulus devletlerin diğer birleştirici öğeleri arasında yer aldı.
Tek Allah, tek Kur’an ve tek Peygamber olduğu halde atmışa yakın Müslüman ülkeden birbirine benzer iki ülke zor gösterilir. Genellikle değişik yorum ve uygulamalar ile ve mezhebi farklılıklara göre değişik yönetime sahip ülkeler vardır. Birinde yasak olan diğerinde serbest olabilmektedir. “Aynı dine inanıyoruz” diyen Afganistanlı ile S. Arabistanlı, İranlı ile Tunusluların yaşam ve uygulamaları arasında uçurumlar olabilmekte; her biri diğerini “Kuran’ı çarpık yorumlamakla!” suçlamaktadır.
Aynı kaynaktan farklı yorumlarla farklı mezhepler, tarikatlar, cemaatler çıkabilmektedir. Sonuçta bu farklılıklar yönetim kavgasına dönüşmekte, yönetimi ele alanın kaybetme korkusu ile diğerlerine baskı uygulamasını doğurmaktadır. Bunun sonucu da İslam’ın iç kavgalarını yaratmaktadır.

Bunun en az iki nedeni var denebilir:
1-Dinin belirli kişilerin tekeline bırakılarak sadece onların yorumlarına göre uygulanması; dinin her vatandaş tarafından kendi öz diliyle okuyup anlaşılır olmasının engellenmesi, arada bir tür “Ruhban Sınıfı”nın yaratılması.

2- Laik ve çağdaş demokratik bir yönetim olmaması.

Birinci maddede; Dinimizin ilk emrinin “Oku” olması ve “herkesin anlayabilmesi için sizin dilinizden indirildiğinin” söylenmesi yeterince anlaşılamamıştır. Kuran’ın kendi dilimize çevrilerek her vatandaşın aracısız, anladığı diliyle ibadetini yapabilmesinin özendirilmesi, insanların ibadetlerini yaparken Allah’ın ona emrettiği ayetlerinde neler söylediğini anlayarak, onları sürekli yinelemesi, böylece anlamını da ezberlemesi, bir şekilde açık ya da örtülü olarak yüzyıllardır engellenmiştir. Bunlar gerçekleşirse insanların cemaat/tarikat liderlerine gereksinim duymayacağı, “Kuran’da böyle yazıyor” diye insanların aldatılamayacağı bilindiğinden Arapça adeta kutsallaştırılmış, kendi dilimizden ibadet engellenmiştir.

Eğer bu yapılabilse idi insanlar ne istediğini de, ne yapacağını da kendi olanakları ile okuyup öğrenecek, kimseye biat ve itaat etmeyeceklerdi. Bu durum bu işten kazanç sağlayan aracı ruhban sınıflarının yok olması demek olacağından halk kutsallaştırılan Arapçaya mahkûm edilirken aynı zamanda kişilere de esir edildi.
İkinci olarak; yönetim şeklinin laik ve çağdaş demokrasi ile birlikte olmaması, devleti yönetenlerin yönetme yetkilerini kutsal kitaplardan/Tanrı’dan aldığını iddia edecekler ve ağızlarından her çıkan bir yasa olacaktır. Sadece yönetenlerin inandıkları serbest olacak, başka tür bir inanç ve davranış “günah ve suç” kabul edilecektir. Bunu şu anda şeriatla veya benzeri karma sistemlerle yönetilen ülkelerde görebiliyoruz.

İşte bu iki nedenden dolayı İslam dünyasında kan gövdeyi götürmektedir. Müslüman müslümanın kanına doymamaktadır. Bu ülkelerin halkları aç, sefil, yoksul, cahildir. Kendi dindaşını ne için, kimin emellerine hizmet için öldürdüğünü bile anlayamamaktadır.

Emperyalist ülkeler için toprağının altı zenginliklerle dolu bu ülkelerin toprağının üstünde yaşayanların hiçbir önemi yoktur. Onları sadece yeraltı servetleri ilgilendirmektedir. Bu cahil halkı o ülkenin koşullarına uygun bir yönetim kadrosu ile kontrol altında tutup cahilliğin ve yoksulluğun karanlığından çıkmalarına asla izin vermeyerek sömürmektedirler.

Halkın çoğunluğu ile uğraşmak yerine “kendi koşullarına uyacak piyon yöneticiler” seçmekte/seçtirmekte, demokrasinin D’sini bile öğretmemekte, laikliğin kenarına bile yaklaştırmamaktadırlar. Zira bu ülkeler eğer gerçekten laik ve demokratik rejimi öğrenirlerse, o sömürücüleri ülkelerinden anında kovacaklarını bilmektedirler. Bu, yüzlerce yıldır süren kanla yoğrulan bir çıkar kavgasıdır. Kaybedeni ise sadece o ülkelerin halkları olmaktadır.

Bu ülkelerde din, tam bir dayatma ve zorlama ile ve sadece o ülkenin diktatörlerinin izin verdiği şekli ile uygulanır. Din ve inanç özgürlüğünün tartışması bile olamaz. Diktatörün her sözü emir/yasadır. Bunu diktatörce uygulamaları, yani zorbalıklarıyla sağlar. Kendileri servetlerine servet katarken halkını açlığa ve sefilliğe mahkûm ederler. Bu işi de “din böyle buyuruyor” diyerek yapmaları ise tam bir ironidir!

Bu arada tartışılmaması gereken temel konu; İslam’ın değil, Müslümanların yanlışlarıdır. İslam ülkelerinin günümüz uzay çağında iken halen ortaçağda yaşatılmalarının en kısa zamanda engellenmesi, hem İslam dininin hak ettiği itibarının geri kazanılmasını, hem de İslam devletleri halklarının uygarca refah içinde yaşamalarını sağlayacaktır.
Bunun için tek yol; herkesin kendi diliyle anlayarak kutsal kitabını okuyabilmesi, özgürce dini inançlarını uygulayabileceği “çağdaş laik demokratik rejimin” olmasıdır.