Okuldan çıktım. Soğuk havayı ciğerlerime derince çektim. Etrafta hala kardan kalma bir kaç iz vardı. Evim çok uzakta değildi, açıkçası canım da gidip evde kalorifer peteğinin dibine ilişip battaniye sarılıp biraz kestirmek istemiyordu. Sokağın sonundaki kırtasiyeci Nihat’ın yanına vardım. Nihat mahallenin eskilerindendir. Hani eskilerinden dedimse sanmayın ki ihtiyarlarındandır. Aşağı yukarı ya benle yaşıt ya da benden bir kaç yaş büyüktür. Ama doğma büyüme bu mahalledendir. Zaten kırtasiyeyi babasından miras olarak aldı. Hakkını da teslim etti doğrusu. Babası zamanında burası küçük, kutu kadar bir yerdi. Şimdi genişledi, artan ürün çeşidi ile de renklendi. Hatta bir duvar boydan boya romanından, hikayesine, araştırma kitaplarından, tarihi kitaplara kadar kitaplarla bezelidir.

Nihat’da sıradan adam değildir hani. Okur, eline ne geçse bir bakmışsın yarına kalmamış bitirmiştir. Günün manşetlerini takip ettiği gibi müdavimi olduğu köşe yazarları da vardır. Severim Nihat’ı. O da bana karşı bir muhabbet besler ki ne zaman gitsem çayımı, suyumu eksik etmez. Yanına vardım. Masanın yanında duran sandalyelerden birine iliştim. Hoş beşten sonra Nihat canını sıkan bir hadise olduğunu ve bunu benimle paylaşmak istediğini söyledi. Nedir, ne değildir derken kelimeler birbirini kovaladı. Olaylar birbiri içine girdi. Nihat’ın Bülent Tay adındaki ahbabı meğer bir kaç yerde “edebi” kelimesi yerine “yazınsal” kelimesi kullanmış. Bu nedenle istiklal mahkemeleri gibi hal üzerine kurulan mahkemeler benzeri bir edebiyat mahkemesi kurulup Bülent Tay yargılanmış ve suçlu bulunmuştu.  Aslında ne Nihat ne de Bülent verilen cezaya ya da kesilen suçlu hükmüne sitem etmiyorlardı. İstedikleri tek şey yargılandıkları hususun samimiyetine güvenmekti. Ve doğru olanı bulup onun sağladığı özgüvenle rahatça nefes alabilmekti.

Ne diyeceğimi bilemedim. Öncesinde inanmadım. Ne edebiyat mahkemesi, var mı böyle şeyler diye sordum kendime. Ama Nihat’ın yüzündeki belirsizlik olayların gerçekliğini ispatlar şekildeydi. Şimdi durum değişiyordu. Evvela sevindim. Lisan hakkında, lisanımızı müdafa hususunda bir mahkemenin kurulmuş olması beni mutlu etti. Diğer yönden Nihat gibi edebiyatla uğraşan bir dostumun yine edebiyata gönül vermiş olduğunu söylediği Bülent dostunun ettiği yazınsal lafı canımı sıkmadı değil. Haklıydı hakim, suçluydu Bülent. Ama eksik kalan bir şey vardı. Evet, aidiyet anlamına gelen “i” ekleri “sal” eklerine bakarak daha fazla bizimdi, daha fazla bizdendi. Ama bunun yanında eklerden daha fazla bizim olan ama onları kullanmak yerine başka dillerden ithal edilmiş olanlarını tercih ettiğimiz kelimelerimiz yok muydu? Bunların müdafasını ya da muhakemesini hatta daha da ilerisi katlini kimler yapacaktı? Hangilerini kullanacağımıza, hangilerini emekliye çıkaracağımıza kim karar verecekti?

Bende hep merak etmişimdir. Hayatta olan lisanı mı kullanacağız yoksa öldüğünü iddia ettikleri ama tekrardan vücut bulması için elimizden geleni yapamız gereken lisanı mı kullanacağız? Aslında diğer taraftan kim belirliyor bu hayatta olan ile ölen dili? Yazarlarımız mı, bakanlarımız mı, halkımız mı? Yani bize dilimize sonradan giren onca yabancı kelimeyi, normalde dilimizde onları karşılayan kelimeler olmasına rağmen, kullandıran varlık ne ya da kim? Bilgisayar ve internet çağının içimize iyice işlemiş olmasıyla beraber doğan dil karmaşasında bizleri yargılayacak, yönlendirecek olan varlıklar, ilkeler ya da kişiler kim? Yoksa bilmediğimiz ya da bilsekte ifade etmeye cesaret edemediğimiz “dilimizin sahipsizliği” gerçeği mi var?

Derhal toparlandım, Nihat’tan mahkemeyi açan savcının adını öğrendim. Mahkemenin savcısı Erdal Geç’in yanına vardım. Orta boylu, endamlı, oturması kalkması ile tabiri caizse bir İstanbul beyfendisi olduğu belli olan sarışın bir adamdı. Fiziki özellikleri Bulgar göçmenlerinden olduğunu gösteriyordu. Kalemi tutuş şekline dikkatlice baktığınızda yazı ile de hemhal olduğu belliydi. İyi karşılandım. Kafamda ki soruları sormaya başladım. Konu konuyu açtı, laf lafı kovaladı. Üstad, dertliydi. Hani bir dokun bin ah işit derler ya üstadın durumuda aynen öyleydi. Ben lisanımızın sahipsizliğinden derbederim o benden daha fazla bu konuya hassasiyet gösteriyor.

Vakit geçtikçe kelimelerden başlayan muhabbetimiz kelimelerin gerek olmadığı bir yere doğru dostluğa doğru ilerlemeye başladı. Kestiği cezaya hem güldüm hem de hak verdim. Maksat ceza kesmek değil dikkat çekmekti. Başarmıştıda. Saat hayli ilerlemişti telefon numaralarımızı alıp sohbetimize sonrasında da devam etmek istediğimizi karşılıklı olarak dillendirdik.

Ne diyeyim, neye niyet neymiş kısmet.