Ramazan nerede?



Cumaya gitmeden mahalle kahvesine uğradım. Oruçlu ağızlar, kapı önündeki iskemlelerde pinekliyorlardı. Kimisi önündeki gazeteye dalmış, kimisi yanındakiyle sohbete. Sık sık saati kontrol edenler ise-ki en kalabalıkları bunlardı- evden abdestini alıp çıkanlardı. Cuma namazını bekliyor olmalıydılar. Ne de olsa Ramazan ayının son cumasıydı. Hepsinin ortak bir noktası vardı, dillerindeki o soru: “Ramazan nerede?”

Çözüm bulunmasa da yeter ki soru olsun, muhabbete sebep gerek. Biri “Nerede olacak, işte burada, aramızda Ramazan.” dedi. Başka biri “Çok da ortalıklarda gözükmüyor. Bence şöyle uzağından kıyısından yalayıp geçtik.” diye ekledi. Asmanın dibinde oturan ise son noktayı koydu: “Bana sorarsan hiç uğramadı buralara.” Buraya kadar her şey normal değil mi? Zaten şaşırtıcı olan da aynı soruyu imamın hutbede sorması. Ezanla birlikte kahve cemaati olarak cami cemaatine dahil olduk.

İmam efendi hutbeye çıkana kadar her şey önceki haftaların Cumalarında olduğu gibiydi. Hutbe dualarını bitirince tam söze başlayacaktı ki caminin koca kapısı gıcırtıyla ardına kadar açıldı. Mavi gömlekli, göbekli bir adam “hocam” dedi. Hoca duraksamış saflarda yan yana duran başların hepsi kapıya dönmüştü. “Allah rızası için Cuma kılacağım diye yolun ortasına park edilir mi? Bendeniz İett şoförüyüm. Otobüste bir sürü yolcum var, bekliyorlar. Araç kiminse çekiversin!” Bütün başlar sağa sola dönüyor, araç sahibini arıyordu. Cam kenarından sıska bir adam safları yara yara otobüs şoförünün yanına gitti. Beraberce çıktılar.

Hoca efendi mikrofonu düzeltti, ufak iki öksürükle sesini kontrol etti, hutbeyi okuyacağı kağıdı yere bıraktı. “Sayın cemaat! Lafı hiç uzatıp dolandırmayacağım. Ramazan nerede? Bir daha soruyorum Ramazan nerede?” Az önceki olaydan sonra bağdaş kurup hutbe dinleyen başlar tekrar oynamaya başladı. Birisi yanındaki uyuklayanı dürttü, birkaç tanesi dizleri üzerine oturdu.

“Cevap veren yok değil mi? çünkü Ramazan’ı gören yok. Efendiler, eskiden Ramazan ayı gelince gayr-ı müslimler bile yiyeceğini içeceğini evinde yahut göze ilişmeyen bir köşede yermiş. Sokağa çıkan çocukların ellerine ekmek, su vermezlermiş. Hassasiyete bakın. Şimdi mumla arasan bulamazsın. Her köşede bir dükkan hepsinin önündeki masalarda porsiyonlar, porsiyonlar. Nasıl bir ülke haline geldik? Bakın yarın öbür gün belki gazetelere televizyonlara konu olacağım bu konuşmamla, yanlış anlaşılmak istemem. Benim görevim anlatmak, elbette kimsenin ibadetine karışacak değilim. Ama ben işin saygı boyutundan bahsediyorum. Allahtan televizyonlar Ramazan gelince hususi programlar yaptırıyorlar da Ramazan’da olduğumuzu hissediyoruz. Yoksa hele İstanbul’da oruç tutan ara ki bulasın. Herkesin mi mazereti var, herkes mi hasta Allah aşkına. Titreyelim ve kendimize gelelim.”

Kapı gıcırtıyla tekrar açıldı, kapandı. Az önce çıkan sıska adam eski yerine gitmeyi uygun görmemiş olacak, en arkaya oturuverdi. Hoca efendi hutbeyi toparlıyordu: “Sayın cemaat, namazı müteakip para falan toplamayacağız. Aslında toplanacaktı ama şu an itibarıyla iptal etmiş bulunuyorum ama bir şartla: herkes bu anlattıklarımı konu komşu, akrabasından en az üç kişiye anlatacak, -oruç tutturun demiyorum dikkat- en azından oruca saygı gösterilmesini rica edecek. Allah hepinizden razı olsun.”

Cami çıkışı aynı ekip yine kahvede buluştuk. Herkes kurulmuş oyuncak gibi yine aynı yerine oturmuştu. Asmanın yanında oturan çokbilmiş edasıyla bize seslendi: “Ben demiştim size. Duydunuz, hoca da benim dediklerimin aynını söyledi.”