YAŞAM

Ülkücüler sinema filmi çekiyor

- 12 Eylül Darbesi’nin acılarını hep sol kesim yazdı. Sinema ve televizyon dizilerine yansıtanlar yine aynı kesimdi. Oysa madalyonun bir de öbür yüzü vardı: Ülkücüler. Nazif Tunç, onların dramını ilk kez sinemaya taşıyor.

Tarih, 5 Haziran 1983. Yer, İzmir Buca Cezaevi bahçesi. Henüz güneş doğmamış; ama projektörler var, ortalık gündüz gibi. İdam sehpaları kurulmuş, yağlı urgan parlıyor. Bu ürpertici manzara az sonra iki gencin dünyasını değiştirecek. Kara Eylül’ün üstlerine çöktüğü bu gençlerden biri 22’sinde, diğeri 21’indeydi: Selçuk Duracık ve Halil Esendağ… İkişer rekât namaz kıldıktan sonra tekbir getirerek sırayla idam sehpasının altındaki tabureye çıktılar. İkisi de boyunlarına urganı geçiren celladın kulağına bir şeyler fısıldadı. Cellat, başta pek dikkat etmediği yüzlere şaşkın şaşkın bir daha baktı. Belli ki bir cellattan helallik istenmesi garibine gitmişti.

Ayaklarının altından tabureler çekilirken gençlerin dudağında kelime-i şahadet kıpırtıları vardı. Ceplerinden, kılamadıkları kaza namazlarının cetveli çıktı… 12 Eylül 1980 darbesinin sağ görüşlü mağdurlarından olan bu iki gençten Selçuk Duracık ‘Ülkücülük’ suçundan arandığını öğrenince kendisi teslim olmuştu. Evli olan Halil Esendağ idam edilmeden önceki gün akıl almaz işkenceler görmüştü.

Maalesef darbe mağduru ülkücülerin hikâyeleri az bilinir? Kendileri mi anlatmazlar, anlattıklarını duyan mı olmaz? Son dönemde ‘Hatırla Sevgili’yle başlayan ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’yle devam eden sol eğilimli dizilerde ‘devrimcilerin’ yaşadıklarını öğreniyoruz. Peki, ‘öteki’ taraftaki ülkücüler neler yaşadı? Onlar mağdur olmadı mı? Yoksa dizilerde anlatıldığı gibi onlar mafya tipli insanlar mıydı? Deniz Gezmiş’in, Erdal Eren’in nasıl ‘kahramanca’ öldüğü hep anlatılır da Mustafa Pehlivanoğlu, Cevdet Karakaş, İsmet Şahin’in hikâyelerini neden duymayız?

Yönetmen Nazif Tunç bu soruların cevabını ve ülkücülerin suskunluğunu şöyle ifade ediyor: “Çok derin bir darbe yedi ülkücüler. Babasından dayak yiyen oğul ya da evladından yumruk yiyen baba nasıl bir şaşkınlık içindeyse öyle şaşkınlık yaşandı. Suskunluğun sebebi bu.”

Beşinci Boyut, Hazreti Rabia, Veysel Karani gibi dinî içerikli filmleri televizyona aktaran Nazif Tunç bir ilki gerçekleştiriyor ve 1980 darbesinde hayatını kaybeden 9 ülkücüyü beyazperdeye taşıyor. Tunç ile çekimleri Edirne’de yapılacak ‘Yusufiye’ filminin yanı sıra ülkücülerin suskunluğunu, günümüz ülkücülerini ve dizilerdeki ülkücü profilini konuştuk…

Ülkücülerin 12 Eylül’ü ile Yusufiye kavramı arasında nasıl bir ilişki var? Yusufiye, ülkücülerin 12 Eylül öncesinde ve sonrasında kapatıldıkları zindanlara, hücrelere verdikleri isimdir. ‘Medrese-i Yusufiye’, ‘Taş Mektep’ dediler ve cezaevini kendileri için bir olgunlaşma yeri olarak gördüler. ‘Yusufiye’ kavramı suçsuz yere itham edilerek, hak etmediği hâlde hayatının bir kısmını zindanda geçiren Hz. Yusuf Peygamber’den bu tarafa var. Yusuf Aleyhisselam da masum olduğu hâlde zindana atılmıştı. Biz de ülkücülerin olgunlaşmalarını kara zindanlarda tamamladıklarını düşünerek -ki ülkücülük kültürü de böyle algılıyor- filmimizin adına ‘Yusufiye’ dedik. Yusufiye, 12 Eylül’de mağdur edilen, masum oldukları hâlde işkence gören, katlanılmayacak durumlara sabreden ve cunta tarafından idam edilen ülkücüleri anlatan bir proje.

Çekilen sol tandanslı dizilerde yansıtıldığı gibi ülkücüler eli silahlı tipler mi? Filmlerde ülkücü; eli, beli silahlı gösteriliyor, otopark değnekçisi, çek senet tahsildarı, mafyavari olarak lanse ediliyor. Oysa ülkücülerin mafyayla ne alakası var? Bizim önümüzde duran ülkücüler, Yusufiyeliler. Türk İslam ülküsünü sonsuza kadar yaşatmayı dava edinmişler. Gördüğümüz örnekler mafyanın kendi çıkar dünyasına uydurduğu kişiliklerdir. Yaklaşık 30 yıldan bu yana bu insanların bir filmle anılmaması, dürüst, kaya gibi duruşlarının yansıtılmaması bizim yüzümüzü yerde dolaştırıyordu.

Yusufiye’de insanlara ne göstereceksiniz? Yusufiye’deki durum bir hatırlatmadır. Unutulan, mezarları terk edilen insanların, gözünün içine baka baka bu şehitlerin nasıl bir cesaret, sabır ve yüreklilikle bir şeylerin önünde durduklarını göstermek istiyorum. -Filmdeki hikâyeler gerçek mi? Yusufiyeliler birkaç kişi değil. O dönemde mağdur edilen 400 bine yakın insan var. ‘Sadece ülkücüler mağdur edildi’ demiyoruz. ‘Ülkücüler de mağdur edildi.’ diyoruz. Mağdur olanların içinde biliyoruz ki ‘devrimciler’ de var. Bütün Türkiye insanının meselesidir bu. Solcuların yaşadıklarıyla ilgili 1980’den bu yana 40-50 film yapıldı; fakat ülkücülerin yaşadıkları beyazperdede hiç yansıtılmadı

Bunun sebebi kaynak sıkıntısı mı yoksa ideolojik sebepler mi? Öncelikle cesaretimiz yok. Bir de ‘kol kırılır yen içinde kalır’ demekten kendimizi alamadık. Cezaevlerinde ülkücülere işkence yapan devletin askeriydi, polisiydi. Ülkücüler bunu ne edebiyatta ne şiirde ne de filmde itiraf etti. Şimdi gidip bir Yusufiyeliye “Mamak’ta, Diyarbakır’da, Selimiye’de işkence gördün, hayatın söndü. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat ettin mi? Devletten bir tazminat ya da iade-i itibar istedin mi?” diye sorsan “Hayır, yaşadıklarım benimle mezara gidecek!” der, sesini çıkarmaz. Böyle bir yaklaşımdı

Edebiyat, şiir, sanat ya da sinemada susmanın sebebi bunlar mı? Çok derin bir darbe yedi o dönem ülkücüler. Babasından dayak yiyen oğul ya da evladından yumruk yiyen baba nasıl bir şaşkınlık içindeyse öyle bir şaşkınlık yaşandı. Susmasının sebebi bu. Oysa bizim muhafazakâr Türk İslam kültürünün 12 Eylül’den önce çok derin yapısı var. Nihal Atsız’ın, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun eserleri var. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Külliyatı, Ömer Lütfi Mete’nin, Mehmet Niyazi’nin bir sürü eseri var. Büyük eserler ortaya konmuş ama 12 Eylül’den sonra derin bir travma yaşamış olan ülkücü nesil yazmaktan, ifade etmekten kaçındı. Bir türkü bile çıkmadı. Ozan Arif birkaç yerde türkü söylemese ‘Bu insanlar hiç mi yaşamadı?’ diyeceğiz.

Bu kaynakların dışında hiçbir eser yok mu? Tarık Buğra’ya Osmancık’ı, Küçük Ağa’yı; Necip Fazıl’a Bir Adam Yaratmak’ı Tunca Toskay özellikle yazdırmıştır. Toskay, bunları Türk televizyon tarihinin unutulmaz eserleri olarak çektirmiştir. TRT’nin en parlak dönemi o zamandır. İktidar kendi kültürünü de bir şekilde var etmezse gelecek kuşaklara ne bırakacak? Duble yoldan başka eserlerin de bırakılması gerekiyor. Mesela Cumhuriyet’ten bu yana inanç yüzünden yaşanan sıkıntıyı yansıtan dev bir dizi yapalım. Öyle Bir Geçer Zaman ki yapıyor ama ülkücülerin yanında Millî Görüş de mağdur ediliyor

Ülkücüleri anlatan birkaç roman var sanırım. Ülkücülerin cezaevinde yaşadıklarıyla ilgili bilinen 3 roman var. Biri Emine Işınsu’nun ‘Sancı’sı. Diğerleri ‘Baş Eğmediler’ ve ‘Yanık Kale’ romanları. Oysa koskoca bir nesli tedirgin eden, geleceklerini karartan bir dönemin bu kadar az eserle mi anlatılması lazımdı? Şimdi diğer taraf dizilerde ideolojilerini, arkadaşlarının yaşadıklarını efsaneleştirerek, öbür tarafı lekeleyerek kendi duruşlarıyla ilgili gereğini yapıyorlar. Ben şu anda, “Ya neden böyle oluyor? Hep tek taraflı yumrukların altında bir durum var.” denmesine karşıyım. Biz de yapmak zorundayız. Ben de anlatmak, yazmak, filmini çekmek zorundayım ki, haykırışımız duyulsun

İletişim çağında yeni neslin, tarihine manipüle edilmiş sinema, dizi, roman gibi kaynaklardan ulaşması sizi korkutuyor mu? İkinci kuşaklar, belki üçüncü kuşaklar yakın tarihle ilgili yavaş yavaş birtakım araştırma ve deşmelere başlıyor. Buna başlamak ve o tarihi değerlendirmek zorundalar. 30 yıl aradan sonra Yusufiye ve Hür Adam Bediüzzaman gibi filmlerin yapılması bir adımdır. Artık haykırmak, feryat etmekle ilgili -o insanların yaşadığı zulümse zulüm, adaletsizlikse adaletsizlik, dışlanmaysa dışlanma, kınanmaysa kınanma- yakın tarihte ne olduysa bütün gerçekliği su yüzüne çıkarma kavgası verilmeye başlandı. Bu millet 70 yıldan bu yana Kur’an-ı Kerim’i okumaktan bile mahrum bırakılmış. Öyle dışlandılar, öyle hor görüldüler. Bu gelenek ister istemez insanın genlerine siniyor. Arap alfabesinin dağlarda öğretildiği günler yaşanmış. Müslüman ancak kendini buluyor ve bu da zaman alıyor.

Filmde oynayacak isimler belli mi? Yusufiye’de parlak isimlerin peşinde koşma niyetinde değilim. 30 yıldan beri ülkücülerin giremediği sinemaya oyuncu olarak da kameraman olarak da ülkücülerin girmesini istiyorum. Bana inanmış adam lazım, tanınmış janjanlı isimler değil. O yüzden tanınmış isimler bulamayacaksınız; ama inanmış insanlar olacak. -’Eksikler olacaktır, kusurlar affola’ mı diyorsunuz? Ben zaten kusursuz bir film yapma niyetinde değilim. Kusur olacaktır. Mükemmeli yapmayı beklemek için zamanımız yok. Kendi arkadaşlarımızın da eleştireceği bir film olacak. Ancak ben bu filmde duygu olarak bir bayrak dikmek istiyorum. Olaylarla ilgili burada yansıtılan, geçmişle ilgili anlattığım insanların duruşuna zamanımızın nesillerinin imrenmesini istiyorum.

Günümüz ülkücüleriyle geçmişteki ülkücüleri kıyasladığımız zaman bir fark görüyor musunuz? Ben 30 sene öncesi yiğit üstü yiğit Yusufiyelileri anlatıyorum. Benim şimdiki partiyle, olan bitenle ilgim yok. Referandumda sırtlarını döndüler. Bunu ve başka bazı tavırları tasvip etmiyorum. Benim anlatmak istediğim Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bir döneminde, askerî cuntanın ezip geçtiği o insanların kendilerine reva görülenlere nasıl sabırla katlandıklarını göstermek. Bu zamanda yaşayan arkadaşlara işte yiğit üstü yiğit budur, ülkücü budur demek. O dert içindeyim.

Sizin 12 Eylül’de mağduriyetiniz oldu mu? Ben o dönemde mağduriyeti ifade edenler kadar mağduriyet yaşamadım. Onlar hiçbir haksızlığın önünde baş eğmedi ve yağlı urganlara boyunlarını uzattılar. Yüzüm yerdeydi benim. Bu film toplumun yaşadığı bir acı. Bununla beraber pek çok arkadaşım, yakınım mağdur edildi. Türk milletinin gençleri kırıldı. Bu kırılmayı haykırmazsan utanırsın. Bu benim de utancımdı.

Filmi Edirne’de çekmenizin özel bir anlamı var mı? Edirne, Osmanlı’nın en büyük anıtsal eserlerinin olduğu bir şehir. Bizim senaryomuzda ideolojik laflar yok. İnsani laflar var. Bizim insanlarımızın neyi korumaya çalıştıklarını arkadaki mekânlar gösterecektir. Edirne’de Yanıkkale diye bir yer var. 12 Eylül’de sıkıyönetim askerî mahkemesiydi. Birçok Müslüman ülkücü gencin işkence feryatlarını hâlâ kulaklarınızda duyabileceğiniz taş bir zindan olarak duruyor orada. Gerekli izinleri aldık. Bu yapı filmimdeki sancıyı daha iyi yansıtacak. Ayrıca Edirne’de kar yağmasını bekliyorum. Final sahnemiz tipi, boran bir havada geçiyor. Kar, sis, soğuk ve ülkücüler şehit bir arkadaşlarının cenazesini taşıyor. O sahne için bekliyorum. O sahne ülkücülük camiasındaki sabrı, tevekkülü, inancı ve kararlılığı temsil eden bir tablodur.

Ne zaman vizyona girecek? Filmi, bir aksilik çıkmazsa 12 Eylül 2011’e yetiştirmek istiyorum. Çünkü son dönemde 12 Eylül’ün güzel anlamları oldu. Eski kara günleri unuttuk. Hiçbir cuma 12 Eylül’ün cuma günü kadar utanmamıştır ama referandum oldu ve artık güzel günler olacak