İstanbul’un bu hale gelmesinin ilk adımı Osmanlı döneminde atılmıştır.

Haliç kenarına ve boğaz kenarına yapılan tersaneler, feshane ve bir çok tesis Osmanlı döneminde yapılmıştır.

Adnan Menderes’in iktidara gelmesi ve vahşi kapitalizmin önerdiği yönde ucuz iş gücüne dayalı fabrikalara Haliç’in ve Marmara Denizinin kenarına kurulmuştur.

Alibeyköy barajının önünden başlayarak Sirkeci ve Büyükçekmece’ye kadar olan bölgede deniz kenarına fabrikalar ve küçük işletmeler kuruldu.

Bunu yapmalarının nedeni, kurulan fabrikaların atık sularının hemen dibindeki Haliç’e ve Marmara’ya deşarj etmeleri ve de ucuz iş gücü.

Köyden bir yorgan, bir kaç kap kaçakla gelen ve getirilen köylü emekçiler bu iş yerlerinde çalıştırıldılar, yemek olmadan sigorta sendika olmadan kölelik düzeninde çalıştırıldılar.

İşe kolay gelmeleri için Haliç’in ve Alibeyköy deresinin etrafındaki tepelerde gecekondular bir gece de yapılmaya, yaptırılmaya başlandı.

Buralarda yapılan gecekondulardan işçiler yokuş aşağı fabrikalara yürüyerek geldiler ve iş verenler servis, ulaşım masrafından kurtuldular.

Bu fabrikalarda çalışan işçiler 1950 yılından 1963 yılına kadar köle düzeninde çalıştırıldılar.

Zaman zaman bu duruma karşı Demirdöküm ve Sungurlar kazan fabrikaları direnişleri olmuştur.

İşte köyden kente göçün ilk fitili orada ateşlendi ve İstanbul’un talanı başladı.

Daha sonra hangi iktidar gelirse gelsin oralara da yerleşen işçileri oy deposu gördüler ve hazine arazisini de onların sürekli mülk edinmelerine göz yumdular.

Bu şekilde 1970 yılına kadar gelindi ve o yıllara geldiğinde İstanbul’un merkezi hariç bütün çevresi kaçak gecekondularla doldu.

Özal’la birlikte otuz yıl kanunsuz, kuralsız, hukuksuz kamu malına inşaat yapanlar, hazine arazilerini kullanan büyük bir kitle oluştu. Öyleki, bu kitle İstanbul siyasetine yön verir oldu.

İşte bunu gören Turgut Özal 1983 yılında ve daha sonrada 1985 yılında imar affını çıkardı.

O gün için şehirde köyler kuran büyük kitleler ne kadar kaçak, köçek yaptığı inşaat varsa ‘’Tapu tahsis belgesi’’ vererek mal sahibi yaptı.

İstanbul’un talanı  kırk üç yıl sonra resmi hale gelmiş oldu.

Bu şekilde tapu tahsis belgesine kavuşan ve hazine arazilerine konan köylü emekçiler bir anda elindeki toprak ve gecekondu bir liradan yirmi liraya çıkıverdi.

Bu süreçte tapu sahibi olan bu bölgelerin ilkel kanaları ve fosseptikleri siyasal baskı olarak kullanıldı ve T.Özal bu kaçak bölgelerin alt yapısını yaptı.

Alt yapı gelince tapu bal, alt yapı da kaymak oldu.

Bu yerlerin değeri çıktı kırk liraya.

Yani bir veren kırk kazanmış oldu.

Gene hızlıca ikinci dönem Özal döneminde plansız olan bu bölgelere yeni  planlar yapıldı.

Yani vatandaşın köyden gelip kendi kurduğu mahallelerin planlarının rölöveleri alındı ve köylünün yaptığı plan resmi hale geldi.

Mevcut tek katlı gecekondular en az beş kat imar planı gelince yerin değeri çıktı iki yüz liraya.

Yani bugünkü rakamlarla anlatırsak.

O yeri bedava veya arazi mafyasına verdiği çok parayla sahip olanlar, bir parselde on daire ve en az beş daire şeklinde oluşan planlara kavuştular.

Kırk yıl önce köyden bir yorganla gelen köylü bir anda on dairenin, hatta yirmi dairenin yapıldığı parsellerin sahibi oldular.

Bu insanlar otuz yıl önce Demirdöküm grevinde ‘’Kaybedecek neyimiz var zincirlerimizden başka’’ derken, şimdi kaybedecek yirmi daire, beş daire sahibi oldular ve işçi sınıfı olmaktan çıkıp düzenin içinde küçük burjuva olamasa bile ona yakın bir sınıfa evrildiler.

O yıllardan sonra da hiç bir zaman işçi sınıfının sınıf bilinci, sendikal hareket bilinci oluşmadı.

Bu duruma gelen tek yorgan sahibi köylü işçiler yirmi dairelik apartmanların projelerini yaptırdılar.

Birinci yıl tek kat, ikinci yıl tek kat yaparak parça, parça yıllara dayanan çarpık şehirleşmenin kötü mimari yapıların vesilesi, oldular.

Bunula birlikte oluşan yeni ranttan faydalanan ve zenginlik yolu olarak gören yeni bir belediyecilik anlayışı ve palazlanan bürokratik bir sınıf oluştu.

Yani kırk yılda İstanbul’un bitirilmesinin son çivileri çakılmaya başlandı.

Bu şartlarda kendisi yapamayan ise müteahhite yerini verdi kimisi on daire,  kimisi beş daire sahibi oldu.

Bu durum  iki binli yıllara kadar sürdü.

İki binli yıllardan sonra, AKP iktidarı İstanbul topraklarında oluşan önce tek kat sonra beş kat oluşan yapılaşmanın son evresine vesile oldu.

Uluslararası global emperyal semayeyi beş katlı binaların üstüne salıvedi ve yeni trend en az on iki kat olmak üzere yirmi kat elli katlı binaların yapıldığı bu günkü İstanbul’a geldi.

İki binli yıllar da nefessiz kalan, ölen İstanbul’a son yapılan yüksek binalarla birlikte kırk yıl önce yapılan alt yapı, yollar ve ulaşım yetmemeye başladı.

İstanbul bir çok şairin esin kaynağı olan ’’Güzel İstanbul’’ yerine yaşanması zor, herkesin kaçmaya yer aldığı tımarhaneye döndü.

Ben bu süreci bir fiil çocukluğumdan beri yaşamış bir kişiyim.

Bugün bana deslerki, 1968 yılının İstanbul’unda mı, bugünkü İstanbul’da mı yaşarsın deseler hiç düşünmeden 1968 yılı derim.

Şimdi İstanbul’u bu hale getirenlerin çoğu yaşıyor bir çoğu da öldü gitti ne diyelim?

Ölenlerin toprağı az olsun, yaşayanların da yaşadığı süre içinde mutsuzluk ve çile nefesi olsun.

Başka bir çözümde bugün aklıma gelmiyor.

Aklıma gelen, bu saçma sapan İstanbul yapılaşmasını ya biz yıkıp yeniden yapacağız, ya da olacak büyük İstanbul depremi yıkacak ülkemize büyük bedeller ödetecek.

Çünkü yetmiş bir yılda bozduğumuz bu topoğrafyayı eskiye döndürmek ve ‘’güzel İstanbul’’ yapmak mümkün değil.

İstanbul’da  yaşayanlar çile çekmeye devam edecekler.