Türkiye’nin yurt dışındaki bütün askerî kuvvetlerini derhal geri çekmesini, dış ilişkilerde tam bağımsız bir politika gütmesini savunmak hiç de zor değildir. Komşularıyla ve bütün ülkelerle barış içinde yaşamasını istemek de muhalefete halk desteğini kaybettirmez. Kürtlerle de barış içinde yaşanacak bir programda anlaşmak hem ülkeye huzur getirir, hem de bütçenin savaş ekonomisinden sanayi, bayındırlık ve eğitime kaydırılmasını sağlar. Özellikle salgın bir hastalıkla mücadele edildiği ve halkın gitgide yoksullaştığı bir dönemde buna acilen ihtiyaç vardır.

Roller ve tutumlar nasıl da değişiyor! Osmanlıların son zamanlarından beri Türkiye’de ele alacağımız konumuz açısından iki cephe oluşmuştu.

Birinci Cephe, Batı uygarlığını model alan, Türkiye’nin yerinin Batı’da olduğunu düşünen, İkinci Mahmut’tan başlayıp Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini de içine alan uzun bir dönemin aydın ideolojisiydi ve esas olarak da hâlâ budur.

İkinci Cephe ise, Müslümanlık adına, gelenekçiliği yücelten, Batı kurumlarının ve yaşam tarzının alınmasını “Gâvurluk”, “dinden çıkma” olarak niteleyen kesimden oluşuyordu. Bunlar, İkinci Meşrutiyetin 1908’de ilanından bir yıl geçmeden İstanbul’da 31 Mart 1909’da ayaklananlar, 1930 Menemen olayını yaratanlar, 1993 Sivas katliamcıları bu kesimin tipik temsilcileri idiler.

Kurtuluş Savaşı yıllarında yeni bir cepheleşme yaşandı. Batıcılarla muhafazakârların bir kısmı Bağımsızlık Savaşına katılırken, hem Batıcılardan hem de Doğulu-şeriatçılardan, büyük bir devlete sığınma hareketi görüldü. Mustafa Kemal Paşa-Mehmet Akif birlikteliğine karşı Avrupacı Damat Ferit ekibiyle şeriatçıların bir kısmı öteki cepheyi oluşturdu.

CUMHURİYET’TEN BERİ YAŞANAN CEPHELEŞMELER

Savaştan sonra ise eski cepheler yeniden kuruldu. Devlet bir bütün olarak Batı’yı tercih ederken Şeyh Sait gibi Halifeliğin yeniden diriltilmesini isteyen, fakat büyük çoğunluğu yer altına çekilmiş İslamcı akımlar, sabırla yeni diriliş günlerini beklemeye başladılar. Uzun süre bellerini doğrultamadıkları için 1930’da Serbest Fırka, 1946’da Demokrat Parti, Millet Partisi gibi partileri desteklediler. Bu akımın daha sonra bağımsızlaşarak Millî Nizam, Millî Selamet gibi partilerle siyaset sahnesinde kendi adlarına yer aldıklarını söylemek mümkündür.

Erbakan Hareketi ordu ve bürokrasi tarafından bastırılıp Türkiye’nin yeri bir kere daha Batı olarak teyit edilince, Erbakan’ın partisinde yer alan kadroların bir kısmı “millî görüş” gömleğini çıkardıklarını söyleyerek kendi ifadeleriyle “muhafazakâr demokrat” yeni bir oluşum (AKP) meydana getirdiler. Hem orduya, hem Batı’ya verdikleri mesajlarla muhafazakâr olmakla birlikte Batı sistemi içinde, Batı’nın kurumlarını benimsediklerini ilan ettiler. Batı Kurumları ABD, NATO ve Avrupa Birliği idi. Bu çevreler, AKP’nin Batı’ya bağlılık tutumundan memnundular. Onun elinden tuttular ve Türkiye’nin Avrupa Birliğine girebilmesini kolaylaştıracak yapısal reformları tamamlaması için hem para verdiler hem de akıl verdiler.

SINIRLARINA SIĞMAYAN TÜRKİYE

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra AKP lideri, mevcut statükonun ve ülke sınırların kendileri için dar geldiğini düşündü. Türkiye 80 yıl içinde Lozan Anlaşması’yla kabul edilen sınırlarına sığmayacak bir gelişme yaşamıştı. Üretim artmış, ticaret gelişmiş, Türk şirketleri çeşitli ülkelere açılmıştı. Türkiye İslam ülkelerinin ön cephesinde bulunuyordu. Bir taraftan İslam ülkelerinin liderliğine adaylığını koyarken diğer yandan ulusal sınırlarla yetinmez hale geldi. Onlara göre Lozan, bir hezimetti!

Bu tip gerekçelerle sınırlarını genişletmek ve başka toplulukları vesayet altına almak için ataklar yapan, bölgesel, hatta küresel savaşlar çıkaran ülkeler çok görülmüştür. Bu tamamen askerî ve ekonomik güçle orantılı bir harekettir. Libya, Doğu Akdeniz, kangren olmuş Kıbrıs sorunu, Suriye ve Irak topraklarındaki askerî bölgeler, yeni durumun sonucudur.

EŞBAŞKANLIK’TAK TEK BAŞKANLIĞA

Tayyip Erdoğan’la ABD, NATO ve AB ülkeleri arasındaki sürtüşme bu gerekçelerle başladı. Ortadoğu’da ABD’nin hâkim rolünü neden Türkiye üstlenmesindi? ABD emperyalizmi Erdoğan’a “Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi Eş Başkanlığı”nı verirken işin nereye varacağını kestirmemiş olmalıdır. Başlangıçta Türkiye bölgede ABD’nin bir taşeronu gibi hareket ederken Suriye Savaşı, Suriye’de bir Kürt bölgesinin bekçiliğini yapan ABD ile Türkiye’yi karşı karşıya getirdi. Türkiye’deki Kürtlerin statüsü ile ilgili herhangi bir düzenleme yapmak istemeyen AKP, Türkiye dışındaki Kürtlerin varlığına da tahammül edemiyor.

DEVRİMCİLERİN BARIŞ PROGRAMI

Bu siyasi gelişmeler, demokrasiyi içselleştirememiş orta sınıf siyasetçilerin de bu konuda AKP’nin arkasına sıralanmasına neden oldu. Televizyona seçilerek çıkarılan tartışmacıların konuşmalarından da anlaşılacağı gibi, kimse “millî çıkarlar” olduğu gerekçesiyle dış politikaya esastan karşı çıkamıyor. “Türkiye’nin çıkarları” söylemiyle Yeni Muhafazakâr burjuvazinin politikaları esastan eleştirilemiyor. Sınır ötesi harekâtlara onay veriliyor. Çok çok kuvvet kullanmanın yerine diplomasi öneriliyor. Sosyal Demokrat Muhalefet Amerikancılık ve Avrupa İşbirlikçiliği suçlamasına da esaslı bir yanıt verme kabiliyetinden yoksundur. Bu ufuksuzluk, 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nda kendi emperyalist hükümetlerinin yanına geçen İkinci Enternasyonal revizyonistlerini hatırlatıyor.

Oysa Türkiye’nin yurt dışındaki bütün askerî kuvvetlerini derhal geri çekmesini, dış ilişkilerde tam bağımsız bir politika gütmesini savunmak hiç de zor değildir. Komşularıyla ve bütün ülkelerle barış içinde yaşamasını istemek de muhalefete halk desteğini kaybettirmez. Kürtlerle onların rıza göstereceği bir programda anlaşmak, hem ülkeye huzur getirir, hem de bütçenin savaş ekonomisinden sanayi, bayındırlık ve eğitime kaydırılmasını sağlar. Özellikle salgın bir hastalıkla mücadele edildiği ve halkın gitgide yoksullaştığı bir dönemde buna acilen ihtiyaç vardır. (Independent Türkçe, 23 Aralık 2020)