Allahım!

Seni hatırlamamın nedeni, Corona salgını nedeniyle çile çekmek için kendini eve kapatmış bir derviş gibi uhrevi âleme dalmış olmam veya mübarek Ramazan ayında bulunmamız değildir. Bir ayağımın çukurda olmasından ötürü de seni hatırlamış değilim. Çocukluğumdan beri hiç aklımdan çıkmadın. Namazlarımı senin rızan için kıldım, oruçlarımı sena olan borcumu ödeyebilmek için tuttum.

Benim için bu görevleri yerine getirmek, bütün canlıları ve cansız âlemi içine alan sonsuz büyük bir evrenin kurallarına uymaktan başka bir şey değildi. Ayrıca senin “esir yaratmayan” bir tanrı olduğuna inandım. Esirler, yoksullar, zulme uğrayanlar vardı ama bu senin değil, senin emirlerine uymayan zalimlerin, sömürücülerin, yalancıların eseriydi…

Kitaplardan okuyup bilge kişilerden dinleyerek en yüce değerin emek olduğunu öğrendiğimde “İşte budur” dedim. Din buydu, ahlak buydu. Yaşamanın ve yaşatmanın felsefesi buydu. Bu dünyayı yaşanılası bir cennet haline getirmek, sana ve kendimize olan borcumuzdu.  

Ben her zaman seninle iletişim halindeyim. Senin sesini duyuyorum. Hiçbir dilin yarışamayacağı büyük bir dilin var. Gök gürlemesi, ırmakların çağlaması, kuşların şakıması, rüzgârın uğultusu, dalgaların şıpırtısı, bir çocuğun ağlarken ve gülerken çıkardığı sesler senin dilindir. Mükemmel bir orkestranın sesleri, senin dilinin ancak bir kısmını kapsayabilir.

Allahım!

Çok uzun zamandır insanlar senin mekânını merak ediyor. Din ve Allah, hayvanlardan soyut düşünme yetisiyle ayrılan insanların tarihte en büyük buluşlarından biridir. O zamanki kavrayışlarına göre, senin heykelini yapıp bir yere oturtmak gibi düşüncelere kapıldılar. Kendilerini Allah ilan edenler oldu. Sonunda zihinleri biraz daha gelişti ve senin ne yerde, ne gökte, na sağda, ne solda oturmadığını, mekândan münezzeh olduğunu ilan ettiler.

Mekândan münezzeh olmak, aynı zamanda bütün mekânlarda bulunmaktan başka nedir? İslam sufileri, bütün âlemde seni gördüler. Sen, kendi güzelliğini görmek için insanları yaratmışsın. “Enel hak” diyenler, kendilerinin, yani bütün varlıkların senin bir parçan olduğunu savundular. Senin bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu söylemeleri de bu anlayışın bir ürünü.

Allahım!

Geçmiş devirlerden gelen inançlarla Yahudilerin, Arapların, Hıristiyanların, Budistlerin ayrı ayrı Allah’ı olduğunu sananlar var. Kabile yaşamından kalan bu inanca göre yalnız kendine inananları korur, onların dualarını kabul eder, savaşlarda onların zafer kazanmasını istermişsin!

Oysa Allah tektir ve bütün kâinatta tecelli etmiştir. Milletleri yönetenler, kendi çıkarları için savaşlar çıkarıyor, kan döküyor, başka milletlerin emeklerine el koyuyor, bunu senin adına, senin emrinle yaptıklarını ileri sürüyorlar. Aklı başında bir insanın bu yalana kanması mümkün müdür?

Allahım!

Ben de çoğu Müslüman gibi alışkanlık gereği bir işe başlarken, direksiyona oturunca  “Bismillah” çekiyorum. Halimden memnunluğumu anlatırken “şükürler olsun” diyorum. “Allah belasını versin!” diye beddua ettiklerim var. Bunlar benim için birer moral sözü. Senin yeryüzünde insanların kurduğu düzene karışmadığını biliyorum. Buna biz insanlar, gene senden bir parça olan aklımızla, iradei cüziyemizle ile halledeceğiz. Zaten öyle olmasaydı, bin yıllardan beri mazlumların arşıâlâyı tutan yalvarmalarının bir etkisi olurdu. Sevimli şairimiz Mehmet Akif de yazdığı bir şiirde her şeyi Allahtan bekleyenler için “Allah senin hizmetçin mi?” demişti.

Allahım!

Senin nasıl bir varlık olduğun konusunda insanların kafasında bazı imajlar oluşmuş. Kentler kurulmadan ve sınıflar oluşmadan önce, anaerkil bir hayat yaşayan topluluklar seni bir kadın suretinde tasarlamışlar. Kibele bu inançtan kalmış ve Kâbe sözünün buradan geldiği söyleniyor. Erkek egemen toplumlar kurulunca seni tahtına oturmuş sakallı bir erkek gibi düşünmüşler. Tanrılar çeşitlenmiş, hem tanrılar ve hem tanrıçalar olduğu hayal edilmiş ama baş tanrı daima erkek olmuş. Bunlar insanlar gibi yiyor, içiyor, evleniyor, savaşıyorlardı? O zamanın egemenlerinin halka sunduğu bu tanrılar düzeni, aslında kendi hayatlarının ve çıkarlarını temsil ediyordu.

1400 küsur yıldır, kimse peygamberlik iddiasında bulunmuyor. Bulunsa da arkalarından gidecek insan olmuyor. Filozofların devri de kapsandı. Şimdi seni en iyi anlayanlar, evrenin gerçeklerini araştırmakta olan bilim adamlarıdır. Evrenin yani senin sırlarını anlamakta bir hayli yol alınmış olmasına rağmen daha işin başında olduğumuz da bir gerçektir. Senin büyüklüğünün kanıtı da budur.

Allahım, evrenin tek değişmez yasası değişim, yani evrimdir. İnsanlar, kaçınılmaz olarak seni de evrime tabi tutuyorlar. Her şey birbiriyle etkileşim halinde, her şey değişip başkalaşıyor. Ortaya çıktığı tarihsel dönemden beri Tanrı algılamasının değişmesi de bunun sonucu. Bunun sonu nereye varır? Öyle görünüyor ki, geçmişte birçok düşünürün de işaret etmekten geri kalmadığı, Tanrı ile evren denen o gücün aynı anlama gelmesidir.

Ben işte o büyük gücü tanrı biliyor ve ona tapıyorum. Tuncelili bir Zaza gibi, güneşin doğuşunu kollarımı açıp selamlayasım geliyor…  (16 Mayıs 2020)