Tayyip Erdoğan’a olağanüstü başkanlık yetkiler tanımak isteyen AKP sözcüleri, nihayet Atatürk ve İnönü’de sevdikleri bir yan buldular. Bir süreden beri, bunu utangaç bir ses tonuyla dillendirmiyor değillerdi. Sonunda yeni anayasa tasarısının tümü üzerinde Meclis görüşmeleri sırasında kürsüden bunu bağıra bağıra ilan ettiler.

Atatürk ve İnönü, hem parti genel başkanı, hem cumhurbaşkanı değiller miydi? CHP’den Meclis’e girecek mebusları onlar belirlemiyor muydu? AKP’de bu sistemi geri getiriyordu. CHP’de Atatürkçü milletvekilleri mutlaka buna evet demeliydiler. Gerçi CHP’de Atatürk’ün yalnızca adı kalmıştı! Gerçek Atatürkçü olan AKP’lilerdi!

Allah’tan bu gülünç iddia ve demagojik söyleme av olacak bir CHP’li bulunmuyor.
Tayyip Erdoğan belli ki Atatürk’ün taşıdığı yetkileri kıskanıyor. Kendini onunla kıyaslıyor, Seçimle geldiğine ve “milletin ruhuna uygun” bir başkan olduğuna göre, kendini Atatürk’ten üstün gördüğüne şüphe yok. Bunu da zaten şimdiye kadar doğrudan ve dolaylı olarak birçok konuşmasında dile getirmiş bulunuyordu.

ATATÜRK VE ERDOĞAN

Tayyip Erdoğan’la Atatürk arasında ikisinin de cumhurbaşkanı olması açısından bir mevki benzerliği var. Ancak ikisi arasında şu iki büyük fark bulunuyor:

Birincisi, Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı dirayetle yönetmiş, Türkiye halkının yüz yıllardır özlemini duyduğu bir zaferin başkumandanıydı ve bütün prestijini buradan alıyordu. Tayyip Erdoğan ise marifetleri ne olursa olsun arkasında böyle bir destan bulunmayan bir politikacıdır.
İkincisi, Atatürk, bir imparatorluğun kalıntısından kurtarılabilen topraklar üzerinde yeni ve çağdaş bir devlet ve toplum yaratmak için uğraştı. Erdoğan ve ekibi ise bu toraklar üzerinde yabancıların istedikleri gibi at oynatmasına izin veren ve kendinden önce kurulmuş bir sistemin devamcısı olduğu gibi, çağdaş kurumları yıkıp yerine cumhuriyet, hatta meşrutiyet öncesi kurumları geri getiren, muhafazakâr ve cahil bir toplum yaratmak isteyen bir politikacıdır. Bu niyetinde Menderes, Demirel ve Özal’la, hatta Erbakan’la kıyaslanamayacak kadar cesurdur.
Fakat ortada gene de açıklanmaya muhtaç bir durum var: O da Tek Parti Döneminde Atatürk’ün kullandığı yetkilerle Tayyip Erdoğan’ın kullandığı ve kullanmak istediği yetkiler arasında benzerlik.

“Cumhuriyet’in Kuruluş Yılları” olarak da adlandırılan Tek Parti Dönemi’nde ileri birçok atılım yapılmıştır. Fakat bu dönemin hiç özenilmemesi gereken yanı tek adamlık rejimidir. Bu rejimin özenilecek bir yanı olmadığı için de zaten İkinci Dünya Savaşı sonunda aşılmış ve çok partili hayata geçilmiş, 1961 Anayasası ile de bütün kurumlarıyla pekiştirilmiştir. AKP, şimdi geçici olarak Atatürkçülüğe soyunarak Tayyip Erdoğan için tek parti rejimine geri dönmeyi istiyor. Yani tarihin tekerleğini geri çevirmeye çalışıyor. Böylece, 1925 Terakkiperver Fırkası, 1930 Serbest Fırka denemesi, 1945’te Demokrat Partinin şimdiye kadar övdüğü mirasına da ihanet ediyor.

YAĞMACI BİR SINIF İÇİN


Tek Parti döneminde devleti bir seçkinler sınıfının yönettiği, halkın özgürlüklerden yararlanamadığı doğrudur. Bu durum, milli gelirin adaletsiz bölüşümü sonucunu doğurmuş, devletin imkânlarıyla bir zenginler sınıfı yaratılmıştı. Günümüzdeki gidiş de aynı yöndedir. Tek Parti yönetiminin başladığı 1925’te Şeyh Sait isyanı bahane edilerek nasıl bütün muhalif kesimler susturulmuşsa, 14 Temmuz Fetullahçı Cemaatin darbe girişimi bahane edilerek, buna PKK ve IŞID saldırıları da eklenerek bütün muhalefet susturulmaktadır.

Tayyip Erdoğan çevresinde toplanmış Türkiye’nin yeni yağmacı zenginleri, bu rejimden alabildiğine nemalanacaklardır. Unutulmamalıdır ki, sınıf mücadelesinin birer araçları olan, anayasa, seçim, demokrasi, özgürlükler, sonuçta bir bölüşüm mücadelesidir.
Tek Parti rejimi, Türkiye’de henüz bir burjuva sınıfının oluşmamasının sonucuydu. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ bir burjuva sınıfımızın olmadığı anlaşılıyor. Olsaydı, bu tek adam rejimine geçit verir miydi?

Şimdiye kadar, yapmadığımız bir şeyi yapalım: Tek adam ve tek parti rejimlerinin ister geçmişte, ister günümüzde olsunlar, doğru bir yönetim biçimi olmadığını söyleyelim. Böylece ideolojik ve politik binamızı sağlam ayaklar üstüne oturtmuş oluruz. Değilse görüldüğü gibi bundan diktatörlüğün demagogları yararlanır.