Yıllarca bu ülkede bir “Merkez Sağ Blok” vardı; hem de sola karşı 60/40 gibi daha kalabalıktı. Şimdi nerede? Yandı bitti kül olmadı; son yıllarda hepsini RTE silip süpürdü, kendi torbasına doldurdu!

Eh; aslında sağcılar da haklılar! Onlar yaşamları boyu iki siyasi dayanakla büyüdüler, eğitildiler, şartlandırıldılar. İlki “kahrolsun gomonistler” söylemiydi ki; bunlar komünizmi “kapı önünde başkasının ayakkabısının olacağı” diye öğrendilerdi!... Hak, hukuk, eşitlik söylemleri hiç yoktu o sistemde. Yani kendileri gibi düşünmeyen herkes, azıcık demokrasiden, bir tutam laiklikten, haktan-hukuktan söz edenler “gomonist”ti! Ve siyaseten bu “düşman” olmadan kendilerinin de var olmaları olanaksızdı. Zaten bu nedenle SSCB’nin 1990’larda çözülüp çökmesi sonucu artık “kahrolacak gomonistler” de kalmayınca sağın siyasi çizgisi de siliniverdi! Tüm dengeler bozuluverdi! Ya şimdi kimi hedef gösterecek, kime saldıracaklardı?
Ve keşfettiler; en garantili yöntemi buldular. Geriye ikinci ve tek sığınak; hiçbir zaman siyasete alet edilmemesi gereken “din ve etnik köken” kalmıştı!... Eh; sağcılarımız da bu iki “kişiye özel ve kutsal” kavrama dört elle sarılıp ıcığını-cıcığını çıkardılar. Sayelerinde kutsal din tartışılır oldu; her parti diğerini “dinsizlikle” suçlayabildi! Camiler bile bölündü, falan-filan!... Aslında dünyaya özgürlük, hak, hukuk, eşitlik gibi başka pencerelerden, yani sol’dan bakanları zaten dinsiz-imansız sayanların; kendilerinin en büyük dindar olduğunu söyleyenlerin dindarlığı paylaşamamaları da ayrıca komikti!

Kafatasçılığa kadar varan “sözde milliyetçilik” ise, kendi içinde çok önemli bir yeri olan “Ülkücülüğün” yerini almaya başladı. Türkçeye dili dönmeyen kişiler başkalarını Türk olmamakla suçlayabildiler. Çünkü “düşman” yaratılmadan bu güçleri bir arada tutamayacaklarını ağababaları çok iyi biliyordu! Mademki “kahrolası gomonizm” yok olmuştu; o zaman “kahrolası bir Türk olmayanlar” gerekiyordu!

İşin komiği de hem “tüm halkımız kardeşimizdir”, “ülkenin bölünmesine karşıyız” gibi çok göz yaşartıcı gerçekleri söylerken, masa altından da rakipler tekmeleniyordu. Yani koskoca ülkede “su katılmamış saf ayran” gibi “saf Türk” olmak gerekiyordu. Ulu önderimiz Atatürk’ün tanımladığı gibi “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk halkı denir” sözü unutuluverdi. Bu kargaşada siyasi boşlukları doldurmak için siyahla beyazın rekabeti gibi olan milliyetçilik ve ümmetçilik kol kola giriverdi.

İnsanın; rengi-dili-dini-cinsiyeti-ırkı ne olursa olsun; sadece “insan” olduğu için sevilmediği ve merkeze konmadığı hiçbir siyasi rejimin ayakta kalamayacağını bir türlü bazıları anlayamıyorlardı. Çırpındıkça bataklık üzerindekileri yutuyordu.
Yani sağcılarımızın siyasi hedefleri boşa çıktıkça siyasi skalada durdukları yerler de sallanmaya başladı. İşte tam da bu sırada ortaya AKP; yani RTE çıkıverdi! Kendinin hem milliyetçi; hem muhafazakâr, hem Atatürkçü, hem padişahçı olduğunu söyleyince kafalar da iyice karıştı. “İdolüm” dediği Menderes ve Özal gibi olmaya, dört eğilimi birleştirmeye uğraşır göründü. Ama ateşle barut ne zaman karışmıştı ki?
O günlerde ülkenin merkez sağını temsil eden partiler de zaten üçlü koalisyon öncesinden itibaren yavaş yavaş oy gücünü kaybetmeye başlamışlar, kendilerini daha güçlü, oylarını da daha artıracak isim ve işbirliği yapabilecek partiler peşindeydiler. Gün, kendini kurtarma ve bir “atlama tahtası” bularak gelecek “Güç”e ortak olma günüydü.

Bu durumda ülkemizin en zayıf karnı olan “kral öldü; yaşasın yeni kral!” söylemi devreye giriverdi. Tabela partisi konumunda kalmaktansa, hele altına da bir makam otomobili, hatta bir bakanlık koltuğu; hadi o da olmadı, ticari işlerinde “yürü ya kulum” denecek avantajlar çıkıverince!... Eh; o zaman dün sövdüğüne bu gün övgü düzmek delikanlılık sayıldı.

Hadi o koltuk sevdalılarını anladım da, bu siyasi görüşlere oy veren garibim vatandaşlar hiç mi bunu görüp sorgulamadılar? Maalesef ki hayır! İşte böylece ANAP, DYP, DP, MHP gibi partiler AKP/RTE potasında eriyiverdiler!
Şu anda da o “koltukçular”, ideallerini ve geçmişlerini satmış, görevlerini başarıyla yerine getirmiş, kendilerine “ekmek” veren ağababalarının her dediğini koşulsuz yerine getirmek, onu koruyup kollamakla meşguller!
Ha; bu arada siyasi rejimimiz değişiyormuş, ortalığı yolsuzluk almış, halk ortadan ikiye bölünüp “diğerleri” hep yok sayılmış, ülkemiz parçalanmanın eşiğine gelmiş, dünyada üç kuruşluk itibarımız kalmamış, ekonomi batmış, sayelerinde en kutsal değerimiz olan din bile “siz bu dinden iseniz ben değilim” diyenler ile dolmuş; ne olacakmış yani? Nasılsa bunlar birbirlerini korumak-kollamak zorundalar. Hepsi tespih taneleri gibiler; kazara ip bir yerinden koparsa darmadağın olacaklarını bildiklerinden “imamelerine” sıkı sıkıya sarılıyorlar!

“Düşmanın bile merdi makbul” sayılır! İnandığı çizgiden sapmadan siyasi görüşünü dün olduğu gibi bu gün de savunabilen; siyasetten beklediği “ülkenin ve halkının bütünlüğü ve refahı” olanların yerinde; tek kişiye, sadece kişisel çıkarları için köle olup, ülkenin bölünmesine, ekonominin çökmesine, kardeş kavgalarına yol açmış olmayı hiç umursamayan mafya bozuntusu tetikçiler ortalıkta fink atıyor!
Bir “solcu” olarak bunları değil; diğerlerini özlüyorum! Siyasetin göbeğine “insan” konulmadıkça, inanç ve etnik kökenler üzerinden siyaset yapıldıkça, siyaset amacını yitiriyor! Onur, şeref, namus, yalan-dolan, dürüstlük, kardeşlik gibi kavramların değer kaybettiği bir dönemi yaşamak zorunda kalmanın üzüntüsü içindeyim.

“Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiç birimiz” sloganı tam da bu günler için söylenmiş!... Ülkemizin geleceği, birlik ve beraberliği, herkesin anayasal vatandaş olarak eşit olduğu, demokrasi, laiklik ve sosyal hukuk devletinden eşit olarak pay aldığı, Parlamenter Demokratik Sistemin en iyisine layık olduğunu düşünenler; şimdi herkesin kendi siyasi görüşünü sorgulayıp “çakma” olanları kovalayıp gerçek yoldaşlarına sahip çıkacağı gün gelmiştir!
Silkelenip kendimize gelelim; yoksa yarın çok geç olacaktır!