AK Parti’ye destek veren gazeteci bir arkadaşım dün erken saatlerde mesaj attı.

Dünkü yazım hakkında şu yorumu yapıyor:

“Yazının temel argümanı yanlış. Olmayan bir kibri varsayıp, üzerinden tehlikeli bir genelleme yapıyorsun. Aksine görebildiğim kadarı ile büyük bir temkinlilik var.

Selamlar.”

* * *

Bu mesaj, arkadaşımın niyetini ifade ediyorsa, hiç itirazım yok.

Aksine, “kibri” dışlayan, temkini destekleyen bir temenniyi canı gönülden desteklerim.

Keşke niyetlerimiz her şeyi halletse de, biz de bunları yazmak zorunda kalmasak.

Önce şu noktada birleşelim.

Ben tehlikeli bir genelleme yaptığımı sanmıyorum, ama varsayalım ki öyle.

“Daha şimdiden sahilleri sarıya boyuyoruz” ifadesi, benim saptamalarımdan daha “masum” bir ifade mi?

Eğer “Biz sahillerdeki insanları da kucaklayacak, onların endişelerini ve yaşam tarzlarını da dikkate alacak bir siyaset izleyeceğiz ve sahillerden de oy alacağız” diyorsanız, hiç itirazım yok.

Gidin, ikna edin ve alın derim.

Ama hiçbir açılım yapmadan, hiçbir samimi niyet ortaya koymadan, “Daha şimdiden sahilleri sarıyla boyamaya başladık” derseniz ben de çıkar şunu söylerim:
“Sen benim evimi boyayamazsın kardeşim.”

Tekrar ediyorum.

Ben burada Başbakan Erdoğan’ın yaklaşımını çok daha temkinli ve yapıcı buluyorum.

* * *

“Fetihçi” ruha gelelim.

Sevgili arkadaşım, her gün aynı gazeteleri okumuyor muyuz?

Türbanla ilgili yasal düzenleme yapılmadan, YÖK’teki telaşı görmüyor muyuz? HSYK seçimleri konusunda, sizin tarafın “eski tüfeklerinde” bir bayram havası yok mu?

Ne yazık ki temenniler, aynı güven verici ifadelerle köşelere yansımıyor.

Bakın ben ne istiyorum. 

- Kimsenin, kimsenin hayat tarzını fethetmeye çalışmadığı bir Türkiye’de yaşamak istiyorum.

- Kimsenin, kimsenin evini şu veya bu renge boyamaya kalkmadığı bir anavatan hayal ediyorum.

- Gazetelerin cezalan-dırılmadığı, gazetecilerin istediklerini özgürce yazabildiği, telefonların, hayâsız kulakların esiri olmadığı, insanların “Dinleniyorum” korkusu olmadan rahatça konuşabildiği, telefonda sevgilisine, karısına rahatça “Seni seviyorum” diyebildiği, arkadaşını, yakınını, patronunu rahatça çekiştirebileceği bir Türkiye’yi özlüyorum.

İstediğim, özlediğim şeyler, “ileri demokrasiler için” için çok mu fazla...

PARTİNİN AK’I OLUYOR DA TÜRK’ÜN BEYAZI NEDEN OLMUYOR

GEÇEN hafta Aydın Doğan Karikatür Yarışması ödül töreninde hocam Emre Kongar’a rastladım.

“Senin Beyaz Türk lafına katılmıyorum” dedi.

Dünkü Radikal Gazetesi’nde de Cengiz Çandar, “Ben Beyaz Türk değilim. Sadece Türk’üm” diyor.

Sadece “Türk’üm” diyebilmek de çok güzel bir şey.

Son zamanlarda bunu işitemez olmuştuk.

Neyse ben yine malum “Beyaz Türk” lafına döneyim.

Bazıları bu lafı sevmiyor.

Ben de iki soru soruyorum:

- “Parti’nin AK’ı oluyor da, Türk’ün beyazı niye olmuyor.”

Ak Türkler desem kimse alınmayacak, öyleyse, “Beyaz” lafına niye gıcık oluyorsunuz.

AK Parti derken ne kastediliyor.

Dürüst, namuslu, AK pak bir parti değil mi?

Eee ben de “Beyaz Türk” derken, dürüst namuslu Türkleri kastediyorum.

Bir de şunu anlamadım.

Parti’nin rengi “AK da”, boyası niye sarı...

Sorduğum sorularda bir mantık hatası var mı?

Yok...

“Teşbihte hata olmaz” diyordum.

Bakın demagojide de hata olmuyormuş.

Bir soru soruyorsunuz, kim AK kim KARA, kim BEYAZ ortaya çıkıyor.

Bütün bu telaşın, yaygaranın nedeni şu.

‘Beyaz Türk’lerin sayısı artıyor.

Ama söyleyeyim. ‘Beyaz Kürt’lerin sayısı da artıyor.

Türkiye’yi barışa işte “Beyaz ittifak” taşıyacak.

Çünkü “AK” ne anlama geliyorsa, “Beyaz” da o anlama geliyor.

Bazılarının renkkörlüğü de, renk korkusuna dönüşüyor.

Her iki taraftaki telaşın nedeni bu.