Pazar günü Beyoğlunda fırsat buldukça gittiğim kitapçıda, raflara baktım kitaplara baktım binlerce yüzbinlerce kitap yazarlar yazmış yazmış yazmış.

Tarih yazıyla başlar denir ya, insanlıkta yazıyla başlamış olmalı.

İnsanların bu kadar çok yazı yazması, bu kadar çok kitabın orta yerde olması, yedi bin yıldır yazılanları göz önüne getirdiğimizde, insanlığın neden buralara geldiğini daha iyi anlama fırsatı buluyoruz.

Dost sohbetlerinde kitap okumaktan bahsederiz.

Bir kişi haftada bir kitap okusa, yılda 48 kitap, seksen yıl yaşadığını kabul edecek olursak ömrü boyunca 4640 kitap okumuş olur.

Bu rakamı yakalayan kişilerin olduğuna da inanmıyorum.

(Newton okumuş olabilir, veba korkusuyla iki yıl hiç kütüphaneden çıkmamış ve sürekli kitap okumuş daha sonra da elma neden düşüyorun cevabını bulmuş.)

Kitapçıyı dolanırken yüzlerce yazar ismini görüyoruz.

İnternetin esir almadığı zamanlarda kitap okumaya çalışan bir kişi olarak bu kadar çok kitabın önünde kendimi cüce gibi hissettim.

Kendimden utandım, ezildim.

İsterdim ki bu kitapların tamamını okuyayım, isterdimki bu kitapları yazan saygıdeğer yazarlarla tanışıp dost olayım.

Raflarda rastladığım tanıdık kitaplara rastlayınca bir dostla karşılaşmış gibi sevindim, tanımadığım bilmediğim kitapların önünde ise üzüldüm.

Suçluluk duygusuna kapıldım.

Neden bu kitapları ben okumadım diye.

Oysa, ayda bir kitabı bile zor okuyan ben, bu kadar kitabı okumam için bin yıl yaşamam gerektiği hesabını yapınca, ''Boş ver okuduklarınla mutlu ol'' diyerek arkam da binlerce kitabı bırakarak dışarı çıkıverdim.

İstiklal Caddesi'nde binlerce insan belkide bir çoğu hiç kitap okumadan ölüp gidecekler diye düşündüm. Onlardan farklı olarak birazcık kitap okumuş olmamdan mutluluk duyarak yürümeye başladım.

İstiklal Caddesi'nde herkes yürürken, bazı kişiler geri dönerek kalabalığın muhteşem ahengini seyredip resimlediklerini gördüm.

Sanki binlerce insan bir amaç uğruna bir hedef uğruna taksimden tünele kadar yürüyorlar.

Tıpkı bir ırmağın dalgalanarak aktığı gibi.

Tünele vardığında ahengin bittiğini kalabalığın yok olduğunu ve kişisel yalnızlığın başladığına şahit oluyoruz.

Peki bu kadar insan neden istiklal caddesinde hiç bir amacı olmadan yürür?

Herkesin bir cevabı olabilir,benim de var.

Çünkü bu cadde özgürlüklerin, işçi eylemlerinin, sevgili buluşmalarının, ölümlerin, katliamların,bir kadeh rakı bira atıp keyiflenmenin,kendisini yalnız hissedenlerin, buluştuğu geldiği caddedir.

Bu caddenin sonu yüzbinlerin buluştuğu taksim meydanına çıkar.

Bu caddede kültürün, kitabın,eğlencenin özgürce bir kadeh bira içenin buluştuğu yerdir.

Burası insanların bir araya gelip kalabalık olduğu, toplumsal tatminin buluştuğu yerdir.

Bundan dolayı, bu caddede solcular,İslamcılar,komünistler,femistler ne kadar ''Ben buradayım, beni görün, farkedin'' diyen varsa ne kadar topluma mesaj verme isteği olan varsa burada buluşur.

Burası yüzbinlerce farklı fikirde insanın yürüyüş alanı olduğu için, yüzbinleri toplayamayan ekstrem fikir sahipleri de burayı eylem yeri olarak seçer.

Otuz kırk kişi bir araya gelir eylemini yapar, binlerce insan ise onlara bakar.

Şimdi birde yeni tipler türemiş.

Kalabalık gruplar onları da izliyor.

Paşa kıyafeti giyen, padişah kılığına giren palyaço suratlar türemiş.

İnsanlar onların yanında durup resim çektiriyor.

İstiklal de eskiden gitar çalan gençler olurdu.

Şimdi ise saz çalan, başında köylü şapkasıyla nafakasını çıkarmayı çalışan aşık geleneğinde yöresel dille türkü söyleyen insanları görüyoruz.

Ayrıca kemençe çalanların da İstiklali keşfettiklerini görüyoruz.

İstiklal Caddesi ve çıkış noktası taksim meydanı İstanbul'un kalbi, Türkiye'nin beyni sayılacak bir yer olduğu için fırsat buldukça meydandan tünele kadar yürürüm ve Türkiye'nin beynini, İstanbul'un kalbini görmekten mutluluk duyarak otobüsle evimin yolunu tutarım.

Ne zamanki istiklalden çıkarım,denizden çıkmış balık misali yapayalnız kalabalıklardan uzak, eylemsizlik içinde dingin durağan kişilik yapısına geri dönerim.

Neden bu halk İstiklal'i çok sever şimdi anlayabiliyor musunuz?