Türkiye’de, 1980 darbesini gerçekleştiren dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasına bugün başlanıyor.

Ankara Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin tarafından hazırlanan 12 Eylül iddianamesinde, sadece 2 sanık yer alıyor. Sanıkların ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmaları talep ediliyor. Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen 82 sayfalık iddianame, 1980 darbesine zemin hazırlanması ve darbe sonrası yaşananları ele alıyor.

İşte 12 Eylül 1980 öncesi yaşananlar ve darbe sonrası gelişmeleri içeren 12 Eylül iddianamesinin tam metni:
“…
T.C.
ANKARA
CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI
(CMK 250. MADDE İLE YETKİLİ VE GÖREVLİ)

Soruşturma No : 2011/646
Esas No : 2012/2
İddianame No : 2012/2

İ D D İ A N A M E
ANKARA ..... AĞIR CEZA MAHKEMESİNE
(CMK 250. MADDE İLE YETKİLİ VE GÖREVLİ)

DAVACI : K.H.
ŞÜPHELİLER : 1- ALİ TAHSİN ŞAHİNKAYA, ŞAKİR Oğlu HAYRİYE'den olma, 11/10/1925 doğumlu, İSTANBUL ili, KADIKÖY ilçesi, CAFERAĞA köy/mahallesi, 4 cilt, 1176 aile sıra no, 4 sıra no'da nüfusa kayıtlı Kadıköy/ İSTANBUL ikamet eder.
2- AHMET KENAN EVREN, HAYRULLAH Oğlu NACİYE'den olma, 01/01/1918 doğumlu, ANKARA ili, ÇANKAYA ilçesi, NAMIKKEMAL MAH. köy/mahallesi, 62 cilt, 58 aile sıra no, 1 sıra no'da nüfusa kayıtlı Türkocağı Cad. Merkez Orduevi Yanı Korumalı Konaklar, Kemal Kayacan Apt. Daire:10 Çankaya/ ANKARA ikamet eder.
VEKİLLERİ : Avukat Ömer Nihat ÖZGÜN (7067) Ankara Barosu,
Avukat Haydar KANICIOĞLU (15132) Ankara Barosu
SUÇ : Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek
SUÇ TARİHİ : 02/01/1980 Tarihi, 12/09/1980-06/12/1983 Tarihleri Arası
SUÇ YERİ : Ankara
SEVK MADDESİ : 765 Sayılı Türk Ceza Kanununun 146, 80, 31, 33. Maddeleri (Her İki Şüpheli Hakkında Ayrı Ayrı)
DELİLLER :

İddianameye eklenen müşteki beyanları, Mehmet Demir isimli kişi tarafından gönderilen 1 adet DVD, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Başkanlığının 29/11/2011 tarihli 38483 sayılı yazısı ve ekleri, T.C. Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün 27/12/2011 tarihli 4271 sayılı yazısı ve ekleri, Tanık Ahmet Uncu'nun ifade tutanağı (Kahramanmaraş Eski Belediye Başkanı), Tanık Rafet Üçelli'nin ifade tutanağı (Çorum Eski Valisi), Aksiyon Dergisinin 770. sayısı, 201552 sayılı 1980 tarihli Bayrak Harekat Direktifi başlıklı 21 sayfadan ibaret Çok Gizli ibareli belge, Adana Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından şüpheli Ahmet Kenan Evren hakkında Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu tarafından hazırlanan İddianame, Şüpheliler Ahmet Kenan Evren ve Ali Tahsin Şahinkaya vekilleri tarafından verilen savunma dilekçesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğünün 10 Haziran 2011 tarihli 64982 sayılı ekinde 05/06/1977 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde Millet Meclisi 5. dönem üyeliğine seçilen milletvekillerine ilişkin listenin bulunduğu yazı, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünün temin etmiş olduğu 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile ilgili gazeteci yazar Mehmet Ali Birand tarafından hazırlanan 12 Eylül Belgeselinin bulunduğu 4 adet DVD, Şüpheli Ali Tahsin Şahinkaya'nın ifade tutanağı ve ifadeye ilişkin 2 adet mini DV kaset ve 2 adet DVD, Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğünün 1 Haziran 2011 tarihli ve 5897 sayılı ekinde 13/11/1979 tarihinde göreve başlayan Bakanlar Kurulu listesi ile kabinedeki değişikliklerin yer aldığı Resmi Gazete nüshalarının ilgili bölümleri, Şüpheli Ahmet Kenan Evren'in ifade tutanağı ve ifadenin kaydına ilişkin 1 adet DVD, 12 Eylül 1980 tarihli 17103 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 12 Eylül Askeri darbesiyle ilgili bildirilere ilişkin Resmi Gazete çıktısı (Ülke yönetimine el konulduğuna ilişkin ilk bildiri olan 1 numaralı bildiri ile 2,3,4,5,6,7,8,9 numaralı bildireler ve şüpheli Kenan Evren'in basına açıklamasına ilişkin belge), 16 Ekim 1981 tarihli 17486 mükerrer sayılı, 28 Ekim 1980 tarihli 17145 sayılı, 12 Aralık 1980 tarihli 17188 mükerrer sayılı, 5 Haziran 1981 tarihli 17361 sayılı Resmi Gazetelerde yer alan 2533 sayılı, 2324 sayılı, 2325 sayılı, 2356 sayılı kanunlar, Milli Güvenlik Konseyinin 52 sayılı kararı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından yayınlanan İşkence Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler isimli kitap, sabıka ve nüfus kayıtları, tüm dosya kapsamı


SORUŞTURMA EVRAKI İNCELENDİ:
Başsavcılığımızın yukarıda sayısı belirtilen soruşturmasında;


I.BÖLÜM


1.Soruşturmanın Başlaması
Bu soruşturma, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumla Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından Başsavcılığımıza ve Türkiye’nin değişik yerlerindeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına verilmiş olan şikayet dilekçeleri üzerine başlatılmıştır. Dilekçe veren müştekiler hem 12 Eylül askeri darbesi hem de bu dönemde maruz kaldıklarını belirtikleri işkence iddiaları ile ilgili suç duyurusunda bulunmuşlardır. Diğer illerdeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına verilen şikayet dilekçeleriyle başlatılan soruşturmalar da, Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçlarıyla ilgili soruşturmaların tamamı ile işkence iddialarıyla ilgili soruşturmaların büyük bir kısmı yetkisizlik kararları verilerek Başsavcılığımıza gönderilmiştir.
Başsavcılığımızda şüpheliler Ahmet Kenan EVREN, Ali Tahsin ŞAHİNKAYA, Nejat TÜMER, Sedat CELASUN ve Nurettin ERSİN hakkındaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçundan yürütülen soruşturma tefrik edilerek Başsavcılığımızın 2011/646 sayılı soruşturmasına kaydedilmiştir.
Şüphelilere atılı bulunan suç, kamu adına kovuşturulması gereken suçlardan olduğundan, iddianameye müştekilerin adlarının yazılmasına gerek görülmemiştir. Müştekilerin işkence ve kötü muamele suçlarından dolayı ilgili dosyalarında soruşturma devam etmektedir.
Yürütülen soruşturmada şüphelilerin eylemleri, demokrasi ve demokratik kurumları hedef almış olması nedeniyle öncelikle, demokrasi kavramına yer verilecek, ardından, gelinen noktada, bu günkü çağdaş anlayışa göre genel olarak benimsenen, çoğulcu demokrasi terimi üzerinde kısaca durulacaktır.

Daha sonra 12 Eylül askeri darbesinde gerekçe olarak gösterilen önemli terör olaylarına yer verildikten sonra iddianamenin konusu olan şüphelilerin eylemlerine değinilecektir.

2.Demokrasi
Bu gün, tartışılan bir takım eksiklikleri olmasına rağmen demokrasi, yönetim şekilleri içerisinde en iyi yönetim biçimi olarak kabul edilmektedir.
Demokrasinin tarihine bakıldığında yaklaşık 2500 yıl önce tartışılmaya başlandığını söylemek mümkündür. Demokrasi kavramının 2500 yıl önce Antik dönemde Yunanistan'da ortaya çıktığı kabul edilmektedir.(2,s.2,7)Arada kesintiler ve gerilemeler olmakla birlikte demokrasi kavramı tarih yolculuğunda sürekli gelişmiş ve ideal demokrasi yönetimine ulaşılmaya çalışılmıştır. Demokrasi bugün itibariyle geldiği noktada bütün kıtalara, insanlığın var olduğu her yere göreceli olarak yayılmıştır. Demokratik olmayan baskıcı rejimler birer birer yıkılarak demokrasi adına adımlar atılmaktadır. Bu durum, çoğunlukla halkın baskıları ve ayaklanmaları sonucunda yönetimleri zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır.

3.Tanım
Demokrasi, Latince bir deyim olup, halk anlamına gelen "demos" ile "egemenlik-iktidar" anlamına gelen "kratos" kelimelerinin birleşiminden meydana gelmiştir. Kelime olarak demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi, halk iktidarı anlamına gelmektedir. Özgürlük, kişinin kendi kendini yönetmesi, başkası tarafından yönetilmemesi olarak değerlendirildiğinde demokrasi toplum ve kişi yönünden özgürlük anlamına gelmektedir. Dolayısıyla özgürlük ve demokrasi birbirini kuşatan ve tamamlayan kavramlardır. (1, s.19)
Demokrasi kavramını ilk kullananların Yunanlılar olduğu ve büyük ihtimalle Atinalılar olduğu sanılmaktadır. (2, s.11)

4.Çoğulcu Demokrasi
Demokrasinin gelişim sürecinde birbiriyle bağdaşmayan, birbirine zıt iki ayrı demokrasi anlayışı ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilkine klasik demokrasi veya çoğulcu demokrasi ya da batı demokrasisi, ikincisine ise Marksist ya da sosyalist demokrasi denilmektedir. Çoğulcu demokrasi ideal özgürlüğe yine özgürlük yolu ile ulaşmayı amaçlayan bir rejimdir. Bu rejimde özgürlük hem amaç hem de araçtır. Marksist demokrasi rejiminde ise özgürlük, bir araç değil sadece varılması gereken bir amaçtır. Bu amaca özgürlük kanalı ile değil ancak proletarya(I) diktatörlüğü(II) ile ulaşılabilir. (1, s.19)

Çoğulcu demokrasiyle karıştırılmaması gereken bir de “çoğunlukçu” demokrasi vardır. Kökleri Rousseau’nun genel irade görüşüne dayanan çoğunlukçu demokrasi anlayışı, genel irade veya milli irade diye adlandırılan çoğunluk iradesinin daima kamu iyiliğine yöneldiği, çünkü çoğunluğun çıkarlarıyla toplumun genel çıkarlarının hiçbir zaman çatışmayacağı noktasından hareket etmektedir. Rousseau’nun anlatımıyla genel irade “yanılmaz” niteliktedir. (7, s.34)

Buna karşılık çoğulcu demokrasi anlayışı, demokrasiyi mutlak ve sınırsız bir çoğunluk idaresi olarak kabul etmez. Aritmetik bir çoğunluğun daima kamu iyiliğine yöneleceği, ispatlanma imkanı olmayan bir iddiadır. Demokrasi elbette çoğunluğun yönetimi ilkesine dayanmakla birlikte, bunu azınlığın temel haklarıyla bağdaştıran bir yönetim biçimidir. Kamunun iyiliği, toplum içindeki çeşitli grupların bulunmasından ve bunlar arasındaki özgür tartışma ve pazarlıklardan ortaya çıkar. Buna göre çoğunluk iradesini sınırlayan tedbirler ve kurumlar demokrasinin özüne aykırı değil, uygundur.(7, s.34)

Demokrasi, bir salt çoğunluk yönetimi olarak görülse bile, yine de demokratik bir rejimde azınlık haklarının çoğunluğa karışı korunması ilkesinden vazgeçilemez. Çünkü toplum iradesinin gerçek manada ortaya çıkabilmesi için çeşitli görüşlerin özgür biçimde ifade edilebilmesi ve tartışılabilmesi gerekir. Ancak kamuoyunun böyle serbestçe oluşabildiği bir toplumda, çoğunluk iradesi özgür olarak ortaya çıkabilir. Bu da, azınlıkların haklarının korunmasını zorunlu kılar. Aksi halde belli bir andaki çoğunluğun görüşü her zaman egemen kılınmış ve bugünkü azınlığın yarınki çoğunluk haline gelmesi imkanı ortadan kaldırılmış olur. Azınlıkların temel haklarının tanınıp teminat altına alınmadığı bir rejimde, yöneticileri seçme özgürlüğü de büyük anlam taşımaz. Çünkü serbest şekilde oluşamayan kamuoyu bu özgürlükten de gerektiği gibi yararlanamaz.(7, s.34)

Çoğulcu ve çoğunlukçu demokrasi anlayışı açısından bir değerlendirme yapıldığında, 1924 Anayasasının çoğunlukçu demokrasiyi, 1961 ve 1982 Anayasalarının ise çoğulcu demokrasi anlayışını hakim kılmak istediği anlaşılmaktadır.

1924 Anayasasında kanunların Anayasaya aykırılığı denetimsiz bırakılmış, dolayısıyla azınlık hakları güvencesiz kalmıştır. 1961 ve 1982 Anayasalarında ise kanunların anayasaya aykırılığının denetimi, sistem içerisinde yer alan Anayasa Mahkemesine verilmiştir. Bu şekilde azınlığın hakları güvence altına alınmıştır.

1924 Anayasası demokratik sistemi benimsemiş olmasına, hatta Anayasada yer alan “Egemenlik kayıtsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız O kullanır” şeklindeki düzenlemeye rağmen uygulamada, ülkede çok partili seçimler ilk kez 1946 yılında yapılabilmiştir.

1961 Anayasası ile getirilen sistemde ise, çoğulcu demokrasi rejimi benimsenmiş olmasına rağmen, siyaset kurumu ve siyasetçiye belli güvensizlik ortaya koyan ve çoğunluk iktidarını bazı bürokratik mekanizmalarla denetlemeyi ve sınırlamayı amaçlayan vesayetçi düzenlemeler bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi; 1960 askeri darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesinin 13 Aralık 1960 tarihindeki başkan ve üyelerinin (23 kişi) “yaş kaydı gözetilmeksizin” yani ömür boyu, Cumhuriyet Senatosunun doğal üyesi olmasıdır. Ayrıca Senatoya Cumhurbaşkanına 15 üye seçme hakkı verilmesiyle seçimsiz olarak göreve gelen 38 üye, 150 kişilik seçimli üye karşısında ciddi bir ağırlık meydana getirmekteydi. İkincisi; 1961 Anayasası bir askeri müdahale ürünü oluşu nedeniyle askeri otoritenin, sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirecek düzenlemeler getirmiştir. Bunlardan en önemlisi 1924 Anayasasında bulunmayan Milli Güvenlik Kurulunun, bir Anayasal organ olarak kurulmuş olmasıdır. Kurul, görünüşte istişari bir nitelik taşımakla birlikte, gerek dönemin siyasi konjektörü, gerek uygulamada, milli güvenlik kavramının çok geniş yorumlanması sonucu kurula Anayasa metnindeki düzenlemeden çok daha büyük güç kazandırmıştır. 1961 Anayasasında Askeri bürokrasinin, sivil otorite karşısındaki durumunu güçlendiren bir başka düzenlemesi de 1924 Anayasası döneminde Milli Savunma Bakanlığına karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanının, Başbakana karşı sorumlu kılınmış olmasıdır. Bu dönemde seçilen üç Cumhurbaşkanının (Cemal GÜRSEL, Cevdet SUNAY, Fahri KORUTÜRK) siyaset dışı ve asker kökenli oluşu tamamen bir tesadüf eseri olarak değerlendirilemez.(7, s.45) Elbette ki bunlar, askeri bürokrasinin siyaset üzerinde ne kadar etkili olduğunun bir göstergesidir.

***Yakın tarihimizde sivil otorite karşısında konumunu güçlendiren askeri bürokrasi ve askeri bürokrasiyle koalisyon yapan elitler, yönetim konusunda halkın doğru karar veremeyeceğini, doğru kararı onlar adına ancak kendilerinin verebilecekleri iddiasıyla, demokrasi adına ilan edilen meşrutiyetten günümüze halkı yönetime ortak etmeme düşüncesini kararlılıkla devam ettirmişlerdir. Bu şekilde “halka rağmen halk için demokrasi” düşüncesi egemen kılınmıştır.

Gerek 1961 Anayasasında gerekse 12 Eylül 1980 asker darbesinden sonra yürürlüğe konulan 1982 Anayasasında, egemenlik hakkının millete ve onun temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisine tek başına verilmediği, onun yanında seçimle işbaşına gelmemiş kişi ve kurumlara egemenliğin paylaştırıldığı görülmektedir. Her iki Anayasa da egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı ibaresine yer verilmiştir.

Bu durum, mevcut sistemimizde tam demokrasinin halen içselleştirilemediğini, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesidir. Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde sürekli sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.

Demokrasi tarihimize bakıldığında, devletin kutsal ve dokunulmaz kabul edildiği tarihi geleneğimiz içerisinde devlet toplumdan soyutlanarak, adeta sanal varlık olarak görülüp güvenlik, kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürülüp özgürlüklerin ve hakların heba edildiği anlayışlar dayatılmaya devam edilegelmiştir. Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabiî ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır.
Demokratik bir devlet anlayışında olması gereken “Devlet toplum içindir.” özdeyişi tersine çevrilerek “Toplum devlet içindir” anlayışı hakim kılınmıştır. Adeta bireylerin özgürlükleri, en temel ve vazgeçilmez hakları sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir. Oysa toplumunun ve bunu oluşturan bireylerin mutluğunu sağlayamayan devlet ne kadar güçlü olursa olsun, güvenliği ne kadar yüksek olursa olsun yıkılmaya, değişmeye mahkum devletlerdir. Bunun en güzel örneği Başta Rusya olmak üzere “Demirperde” ülkeleri dediğimiz ülkelerdir. Amerika ile birlikte dünyanın iki süper gücünden biri olan S.S.C.B halkına yaptığı baskı ve mezalim karşısında daha fazla dayanamamış, dağılarak, bir çok yeni devlet kurulmuştur. Şu anda Rusya olarak dünyanın ve ortak aklın kabul ettiği liberal ekonomi ve özgürlükler anlayışını kabul ederek yeniden süper güç olma yolunda ilerlemektedir.

Son yıllarda Avrupa Birliği ile bütünleşme çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemelerle süreç, demokrasi lehine değişmeye başlamıştır.

İngiliz tarihçi ve siyasetçi Lord Acton, demokrasi düşüncesini “Gerçek demokratik ilke, hiç kimsenin halkın üzerinde bir güce sahip olmaması demektir.” (14) şeklinde ifade etmiştir.

İdeal bir demokratik rejimde, hastalık veya arizi nedenlerle kendi çıkarlarının ne olduğuna karar veremeyecek olan istisnai yetişkinler ile çocuklar dışında diğer yetişkinlerin yönetim konusunda, neyin iyi ve çıkarlarına uygun olduğuna kendilerinin karar vermesi gerekir. Bir kişiye ya da zümreye süresiz ve sınırsız yönetme yetkisi verilemez. Ya da bu sonucu doğuracak yasal düzenlemeler yapılmamalıdır.
Bizimde katıldığımız düşünceye göre, "Hiçbir yetişkin, yönetim açısından, diğerlerine kıyasla bir devletin yönetimi üzerindeki tam ve nihai yetkiyle donatılacak kadar ehil değildir."(2, s.79)


II.BÖLÜM


1.12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi Meydana Gelen Önemli Terör Olayları

1970’li yıllar, toplumda güçlü ideolojik akımların yaygın olarak boy gösterdiği bir süreçti. Bireylerde kendilerini bir yere bağlı hissetme duygusu olan aidiyet düşüncesi ön plandaydı. Toplumda yasal olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşları, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok siyasi ve ideolojik amaçlarını ön plana çıkarmışlardı. Özellikle bireylere eşit hizmet sunması gereken devlet memurları arasındaki siyasal ve ideolojik örgütlenmeler toplumun kamplara bölünmesine yol açtı. Bu anlamda, çalışan sayısı bakımından büyük kitleler oluşturan öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmeler toplumda büyük huzursuzluk oluşturuyordu. Sağcı polisler POL-BİR, solcu polisler POL-DER adı altında, sağcı öğretmenler ÜLKÜ-BİR, solcu öğretmenler TÖB-DER çatısı altında örgütlenmişti.Diğer meslek gruplarında da benzeri karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşturulmuştu.

Toplumdaki bu ideolojik bölünmelere ek olarak, ülkede yaşanan kronikleşmiş ekonomik krizin etkisiyle yoksulluk had safhaya ulaşmış, ülke borçlarını ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelmişti. Ülkede kaos ve kargaşa oluşturarak, darbeye zemin oluşturmak isteyen güçler, bu ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı kaçırılmaz bir fırsat olarak değerlendirerek tertipledikleri terör olaylarıyla ülkeyi adım adım askeri darbeye sürüklemişlerdir.

12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında, halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanların kullanılması, olaylarda herkes tarafından görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, olaylara ya hiç müdahale etmeyen ya da geç müdahale eden güçlerinin tutum ve davranışları, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması, hususları gözetildiğinde, olayların, ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.

Aşağıda ülkenin 12 Eylüle götürüldüğü süreçte yaşanan ve toplumu en çok etkileyen ve askeri darbede gerekçe olarak kullanılan terör olayları bu yönleriyle değerlendirilecektir.

1.1. 1 Mayıs 1977 Olayları
1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramını kutlamak için çeşitli illerden İstanbul'a gelen yaklaşık 500.000 kişi DİSK (Devrimci İşçi Sendikası)'in düzenlemesi ve önderliğinde İstanbul Taksim Meydanını doldurdu. Katılan sayısının fazla olması nedeniyle grupların meydana girişleri uzun sürmüş, bu nedenle miting de uzamıştı. Saat 19:00 sıralarında dönemin DİSK Başkanı Kemal TÜRKLER konuşmasının sonuna geldiği sırada etraftan silah sesleri duyuldu. Sular İdaresi binasının çatısından ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan ateş nedeniyle toplanan insanlar panik halinde kaçmaya başlamış, kısa süre sonra İntercontinental Otelinin (bugünkü The Marmara Oteli) üst katlarından da ateş edilmeye başlandı. (3, s.42)

İnsanlar panik halinde kaçmaya çalışırken panzerler kalabalığın arasına doğru girmiş ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşu denilen tarafa gitmeye zorladı. İnsanların yöneldiği Kazancı Yokuşunun bir kamyonla tıkandığının anlaşılması üzerine aşağıya doğru kaçmaya çalışan kalabalığı korkutmak için açılan ateşle halk panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam ettiler. (3, s.42)
Çıkan kargaşada 28 kişi ezilme ya da boğulma sebebiyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak hayatını kaybetti. 130 kişi de yaralanmıştı. Ölenlerin büyük çoğunluğu Kazancı Yokuşunun başında parkedilmiş kamyondan dolayı sıkışarak öldüler. Olay sonrası birçok kişi gözaltına alınmasına rağmen ateşi kimin açtığı tespit edilememiş, Sular İdaresinin çatısından ve otel odalarından ateş edenler bulunamamıştır.(3, s.43) Otelin 1 Mayıs 1977 günü müşterilere kapatıldığı belirtilmiştir.(8, s.224)

1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim'de meydana gelen olayla ilgili dönemin DİSK Hukuk Kurulu Başkanı ve 1 Mayıs 1977 kutlamalarının Organizasyon Komitesi Başkanı Müşir Kaya CANPOLAT olayın DİSK'in en parlak döneminde önünün alınması için yapıldığını belirten anlatımında: " O sırada Sular İdaresinin bulunduğu yerden bir silah sesi duyuldu ve arkasından slah sesleri iyice gelmeye başladı ve yavaş yavaş kalabalıkta bir panikleme oldu. Artık İntercontinental Oteli ve her taraftan silah sesleri yoğunlaşmaya başlayınca kalabalıktaki panik iyice arttı. O sırada emniyet de belki paniği önlemek için panzerlerinden bir kaç tanesini harekete geçirdi. Taksim ağzına kadar dolu, o yüzden insanlar üst üste. Kazancı yokuşuna doğru insanlar üst üste olduğu için herkes kendini kurtarmak için birbirinin üzerine basarak, atlayarak geçti. Asıl ölüm olayları o paniklemeden kaynaklanan ezilmelerle meydana geldi. Dolayısıyla malesef 34 kişi can verdi. Çok yaralı oldu ve sonunda gerçekten hiç beklemediğimiz bir biçimde oraya gelen işçilerin aldığı tedbirler de bir işe yaramadı." (3, s.43) şeklinde beyanda bulundu. O dönemde 1 Mayıs Kutlamalarında Gladio'nun olay çıkartmak için örgütlendiği yönünde bilgilerin kendilerine de geldiğini belirten CANPOLAT'ın anlatımında " Dolayısıyla İntercontinental Otelinden yapılan silahlı müdahalenin öyle bir gizli örgütlenmenin ürünü olduğu kanısı bir çok arkadaşlarımızda oluştu. Ama gerek Gladio'ya bağlı gerekse Maocuların içinde yer almakla beraber yine bu Gladio ile ilişkili olanların bu işi tertip ettiği görüşündeyiz" şeklinde açıklamasına devam ettiği, 34 kişinin hayatını kaybettiği 1 Mayıs olaylarının faillerinin yakalanma şansının 12 Eylül askeri darbesiyle ortadan kalktığını belirterek şüpheli Kenan EVREN'i suçlayan CANPOLAT'ın sözlerine " Tek başına Kenan EVREN'in işi değil ama onun bu tip şeylere hevesli bir kariyerist bir tutumu vardı. Nitekim ilk çıktığı zamanlarda yaptığı işin mahiyetini hem biliyor hem bilmiyor gibi kendisini gülmekten alıkoyamıyordu, gülerek yorumluyordu. Onun oraya iten anlayışın ve onun temsilcilerinin bulunması lazım. Genelde bu hareketin esasının DİSK'e karşı olduğunu ve onu gülerek söylüyordu. O kadar net bir şekilde" şeklinde açkılamalarda bulundu.(3, s.45)

Burada olayın bir kısım başka tanıkların beyanlarına yer verilecektir. (4, s.50-56)
Muhittin CENKDAĞ (1 Mayıs Davası Cumhuriyet Savcısı): "Bir gün önce İntercontinental Oteli kapatılıyor. Ama resmen kapatılıyor. Uçakla bir sürü Amerikan isimli insanlar Yeşilköy'e geliyorlar. Olay gecesi kayıtlarda yok, otel kayıtlarında yok. Ama onların oraya geldikleri sabit." , "...ve onlar ateş etmeye başlıyorlar. Amaç halkı 1 Mayıs'tan soğutmak, Sosyalizme karşı uzak kalmayı sağlamak." , "Onlar Emniyetin şurda burda artık şeyi telafi etmek için, bir sanık elde edebilmek amacıyla yaptığı girişimler. Yüzde 80'i serbest bıkarıldığı ve takipsizlik kararı aldılar. Yanılmıyorsam yirmi küsur kişi ancak mahkemeye verildi. Bunun da 7-8 kişisi tutuklanmıştı. Onun üzerinde de tabanca falan bulunmalarından dolayı. Yoksa onların direkt 1 Mayıs Olaylarıyla ilgisi yoktu.",

Recep ORDULU (İstanbul Mali Polis Müdürü): "O günün şartlarında herkes gergindi. Tabi çeşitli kaynaklardan, basından olaylı geçeceği, sıkıntılar olacağı gibi duyumlar alınıyordu ve tedirgin 1 Mayıs geliyordu.", "Bizim kendini bilmez ekipler. O beyaz Renault dediğimiz, Renault(tan) elini çıkarmış, şeyden havaya ateş ediyor. O arkadaşımız şimdi bir büyük ilde Emniyet Müdürüdür yani. Rütbeli, 1. Şubenin o zamanki Ekipler Amiri şahıstı.", "Bir panik yani, kimin ne yaptığı çıkmış şeyden, işte bu arada panzerlere emir verildi işte, panzer müdürü tarafından panzerler başladı şeyin etrafında dönmeye, heykelin etrafında dönmeye. Polisin orada yaptığı tek şey paniği artırıp ölü adetini artırmaktı yani, bir teskinlik şeyi görülemedi."

Rıdvan BUDAK (Tekstil-İş Sendikası Başkanı): "Derhal askerlikte olduğu gibi bir uzun yatışa geçtik. Kendimizi korumaya çalıştık. İnsanlar buldukları her boşluktan kaçmaya çalıştılar."

Mehmet ATAY (DİSK Örgütlenme Uzmanı): "Birden bire o silah sesleri başlayınca yanımda bir iki arkadaş da vardı, önce bir arabanın altına attığımızı hatırlıyorum ve ondan sonra da zaten akıl almaz bir silah, bir tarraka başladı. Her yerde birden."
Rasim ÖZ (DİSK Avukatı): "Sular İdaresi üzerinde çelik yelekli, yelek giymiş, uzun namlulu silahlar elinde bulunan insanlar vardı. Asgari üç beş kişi vardı. Tam oradan ilk ateş başladı."

Sabahat TÜRKLER (Kemal TÜRKLER'in eşi): "Gözlerimle gördüm, iki üç kişiydi, çünkü herkes o tarafa bakıyordu. Bunu gördüm.", "Panzerler altında insanlar can veriyordu. Kafa, kol kaptı böyle gidiyor. Kurşunlardan çok panzerlerin altında kaldı insanlar. Korkunç bir olaydı. Sanki bir film platosu gibiydi. Kıyma makinesi gibi adeta böyle paletlerin arasında müthiş, feci, korkunç bir olaydı."

Nazım ALPMAN (Sendikacı): "Kürsüye tam karşı cepheden ateş ediliyordu. Tam karşımızda da The Marmara, o zamanki adı İntercontinental olan otel vardı. Oradan atılan kurşunların çekirdekleri, böyle leblebi gibi düşüyordu aşağıya."

Çetin YETKİN (Cumhuriyet Savcısı): "1 Mayıs 1977 olayında ben duruşmada savcıydım. İlk duruşmada soruşturmanın genişletilmesine, esas faillerin bulunmasını ve bazı kamu görevlileri de açıkça suçlu oldukları dosyadan anlaşıldığı gibi, haklarında dava açılmasını ister istemez hemen bu görevden alındım. Yani bu davanın o şekilde yürütülmesini İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı istemedi ve beni görevden aldı."

Bülent ECEVİT (CHP Genel Başkanı): "Daha ilk günden karşımıza duvarlar çıkmaya başladı. Yani ateşi açıp, halkı paniğe kaptırıp 30'un üzerinde insanın ölümüne neden olanlar belli. Yani Emniyet onları mutlaka filmini çekmiş olmalıydı. Ona rağmen hiçbir bilgi alamadık.".

Olayın Değerlendirilmesi:
1 Mayıs 1977 tarihinde meydana gelen ve 34 kişinin ölümü ile birçok kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olayların oluş şekli, görgü tanıklarının anlatımları, olayda gerek İntercontinental Otelinden gerekse Sular İdaresi binasının üstünden ateş edenlerin birçok kişi tarafından görülmüş olmasına rağmen güvenlik güçlerinin gerçek suçluların hiçbirisini yakalayamamış olması hususları gözetildiğinde, olayın toplumu kaosa ve iç çatışmaya sürüklemek, nihai hedef olarak ise askeri darbeye zemin hazırlamak amacıyla devlet içinde yönetimi ele geçirmek isteyenlerin yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış bir provokasyon olduğu ve etkili güçlerin polisin de görev yapmasını engellediği kanaatine varılmaktadır.

1.2. Postayla Gönderilen Bombalar
6 Nisan 1978 tarihinde Ankara Emek Postanesinden (1 nolu delil DVD’si) Malatya Belediye Başkanı Hamit FENDOĞLU Ankara Emek Postanesinden evine gönderilen bombanın patlaması sonucu öldürüldü. Halkın “Hamido” diye bildiği Belediye Başkanının evinde bombanın patlaması sonucu kendisi ile birlikte gelini ve torunu da ölmüştü. Belediye Başkanının Adalet Partili olması nedeniyle solcular tarafından öldürüldüğü düşüncesiyle halk ayaklandı. Camilerde "Din elden gidiyor" diye vaazlar verildi. Belediye hoparlöründen Kuran okundu.
Camilerden çıkan halk ayaklanarak Aleviler ve solcu olarak bilinenlere ait 500 dükkan yağlamalandı. 15 ev ateşe verildi. Ayrıca paniği artırmak için içme suyuna zehir katıldığı yönünde dedikodular etrafa yayıldı. (4, s.69)

Aynı tarihte provokasyonun arkasındaki gizli el tarafından, aynı postaneden Adıyaman Emniyet Müdür Muavini Abdulkadir Aksu’ya gönderilen kolideki bomba alıcıya ulaşamadığı gerekçesiyle iade edilerek, bomba uzman ekiplerce imha edilmişti. (1 nolu delil DVD’si)
Bu tarihten bir gün sonra 7 Nisan 1978 tarihinde (1 nolu delil DVD’si) ise bomba bu kez solcu bir hedefe yönelmişti. Bomba Ankara’nın Çankaya postanesinden gönderildi. Fakat Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesindeki CHP'li İlçe Başkanı ve milletvekili adayı Memiş ÖZDAL(III) paketten şüphelenerek geri gönderdi. Bomba postanede hiçbir şeyden haberi olmayan postane memurunun hayatını kaybetmesine neden olmuştu. (4, s.70)

Olayın Değerlendirilmesi:
Burada 3 adet bombanın aynı ilden bir gün arayla farklı siyasi görüşteki kişilere gönderilmiş olması ve olayın oluşuna göre toplumda kaos oluşturmak ve darbeye zemin hazırlamak isteyen gizli güçler tarafından tertiplendiğini göstermektedir.

1.3. 16 Mart Katliamı
16 Mart 1978 günü Sol görüşlü öğrenciler İstanbul Beyazıt'ta İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt Meydanına açılan kapısında dışarıya çıkarlarken öğrencilerin üzerine ateş edilmeye başlandı. Bir el bombası da öğrencilerin üzerine atıldı. Yapılan saldırıda 7 öğrenci hayatını kaybetti. 50'den fazla kişi de yaralandı. (3, s.63)

Saldırı öğrencilerin korunmadığı sol taraftan yapıldı. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Muhittin CENKDAĞ olayı: "Bunlar tertibat alıyorlar, çocuklar çıkarken nasıl bir bomba belki 100 parçaya bölünüyor. Şarapnel de değil. Mermi. Ufak ufak mermiler, bir vücuttan belki 50 tane çıkardılar. Yani Türkiye'de amatörce yapılan bir şey." şeklinde, polis memuru Yahya GERGİN ise: "Biz devamlı okulun önünde göreve geldiğimiz zamanlarda burda okulun kapısının önünde 30-40 kişilik bir polis kuvveti burda güvenliği sağlamakla mükellefti. O gün için göreve geldiğimizde 9 kişilik bizim sadece kendi grubumuz vardı. Diğer grupların polis memurlarını göremeyince okulun önünde bir gariplik olduğunu hissettik... Aşağı yukarı birkaç dakika silah sesleri ateş edildikten sonra kesildi ve biz başladık arkalarından kaçan kişileri kovalamaya. Kovalamaya başladığımız zaman bunlar 4-5 kişiydi. Biz bunları belli bir yere kadar kovaladık. Yakalayamadık. Geri geldiğimizde, biz kaçanları arkasından kovalarken arkamızdan bir tanesi, geri dönün, gitmeyin diye bağırmıştı, bunun kim olduğunu öğrenmek için sordum arkadaşlara, orada kalan arkadaşlara, bunun komiser muavini Reşat ALTAY olduğunu söylediler. Reşat ALTAY olduğunu söyledikten sonra benim garibime gitti. Çünkü daha evvel kendisi de bizimle beraber orada koruma görevini sağlayan kişilerinden, birlik amirlerinden birisiydi." şeklinde beyanda bulundular. (4, s.70-71)

Olaydan uzun süre geçtikten sonra bombayı atan genç Zülküf İSOT, katliamı ailesine itiraf etti. Zülküf İSOT'un ablası Remziye AKYOL yapılan itirafı "Abla dedi. Ben sana bir şey anlatmak istiyorum dedi... 16 Mart katliamını oturdu, anlattı bana. Polis aracı ile gittiklerini, polislerin de kendilerine yardım ettiklerini, bombayı kendisine attırdıklarını... o anda insanların feryatlarını, bağırmalarını gözleri dolu dolu anlattı. Çok pişmanım dedi... Abla dedi, bir süre sonra teslim olacağım, hiç meraklanma. Bildiklerimi, bugüne kadar yaptıklarımızı, her şeyi anlatacağım." şeklinde beyan etti. (4, s.72)

Zülküf İSOT yaptığı itiraftan kısa bir süre sonra öldürüldü. Katili de öldüren de kendisi gibi bir Ülkücü olan Latif AKTI'ydı. 8 sene hapis yattı. Bu konuda asıl önemli olan açıklamayı Ülkücü itirafçı Ali YURTARSLAN yaptı. Öğrencilerin üzerine atılan bombayı Ülkü Ocakları 2. Başkanı Abdullah ÇATLI'nın temin ettiğini söyledi. Ali YURTARSLAN'a göre ÇATLI orduda görev yapan bir yüzbaşıdan 7 tane TNT kalıbı temin etti. Bu TNT'lerin bir bölümü İstanbul'da bir bölümü ise Ankara'da kullanılmıştı. ÇATLI ismi ilk defa bu şekilde kamuoyu tarafından duyuldu. (4, s.72)

Olayın Değerlendirmesi:

Olayda, suçlunun takibine amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları, yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot’un eylemi polisin kendisine yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde POL-DER ve POL-BİR olarak bölünmüş olan polis içerisindeki görevlilerin de kullanılması ile toplumda kaos oluşturmak ve yönetimi ele geçirmek isteyen güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.

1.4. 1978 Sivas Olayları
3 Eylül 1978 günü saat 11'de Alibaba Mahallesinde Osman Çevikdoğan ve Mustafa Karaaslan'ın çocukları arasında başlayıp sonradan ana ve babaların katılmasıyla büyüdüğü, olayların Kolej mevkiinde devam ederek yayıldığı, kentin farklı yerlerinde Alevi ve Sünni vatandaşların gruplar oluşturarak birbirlerine taş, sopa ve silahlarla saldırarak çatışmaya başladıkları görülmüştür. Çatışmaların başlangıcında Alevi vatandaşlardan 2 kadın ateşli silahla öldürülmüştür. Olayın kışkırtıcıları olan kişiler "Kanımız aksa da zafer İslamındır, Milliyetçi Türkiye, Müslüman Türkiye, Komünistlere ölüm, Komünistler Moskova'ya" şeklinde sloganlar atmışlardır. Atılan sloganların etkisiyle galeyana gelen kitleler vilayetteki Vali Konağı, Belediye, polis karakolları, polis lojmanları ve önceden belirledikleri ev ve işyerlerini tahrip ederek yağmalamışlardır. Çıkan yangınları söndürmeye gelen itfaiyecilerin de su hortumlarını keserek yangınlara müdahale etmesini engellemişlerdir. (Erzurum-Kars ve Artvin illeri Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesinin 1980/2 Esas, 1981/221 Karar sayılı ve 7 Temmuz 1981 tarihli kararı, Sayfa:50,51)
Takviye kuvvet olarak gelen Askeri araçlar tahrip edilmiştir. Sivas Valisinin sürekli olarak silah kullanılarak bu saldırganların engellenmesini emretmesine rağmen bu emir görevlilerce tam olarak yerine getirilmemiştir. (Erzurum-Kars ve Artvin illeri Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesinin 1980/2 Esas, 1981/221 Karar sayılı ve 7 Temmuz 1981 tarihli kararı, Sayfa:51)
3-4 Eylül 1978 tarihlerinde 2 gün devam eden olaylarda şehirde adeta bir iç savaş görüntüsü meydana gelmiş, olaylar Yurtiçi Doğu Bölge Komutanlığının müdahale etmesiyle kontrol altına alınmıştır. Olaylarda 1 kişi araç altında kalarak, 10 kişi ise ateşli silahlarla vurularak ya da linç edilerek öldürülmüştür. Olaydan birçok kişinin de silah, delici ve kesici aletlerle yaralandığı, 6 işyeri, 8 meskenin tahrip edilmesinden sonra 351 işyeri ve 97 adet mesken tahrip edilmiştir. (Erzurum-Kars ve Artvin illeri Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesinin 1980/2 Esas, 1981/221 Karar sayılı ve 7 Temmuz 1981 tarihli kararı, Sayfa:51)
1978 Sivas Olaylarının yargılamasını yapan Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri 2 Nolu Mahkemesinin yapmış olduğu tespitlere göre; bazı güvenlik güçlerinin beyanında, Sivas'a dışarıdan toplulukların getirildiği belirtilmiş, Sivas'a gelen militanların Alevi vatandaşlara ait işyerleri, ev, arsa, arabalar, sokak ve kapı numaralarını kırmızı boya ile işaretledikleri,

Tugay Komutanlığına gelen bir emirde Sivas'ta olayların çıkabileceği belirtilerek tedbirlerin alınmasının istendiği, yetkililerin ise sorulduğunda, kendilerine herhangi bir bilginin intikal etmediğini söyledikleri belirtilmiştir. (Erzurum-Kars ve Artvin illeri Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesinin 1980/2 Esas, 1981/221 Karar sayılı ve 7 Temmuz 1981 tarihli kararı, Sayfa:57)

Sivas olaylarından sonra Devlet Bakanı Enver Akova 30/09/1978 tarihli Milliyet Gazetesine yapmış olduğu açıklamada, "Sivas halkının kesin olarak olaylara karışmadığını, dışarıdan gelen gruplar tarafından olayların çıkarıldığını…Aşırı uçların silah aldıkları kaynakların kesin olarak saptandığını, bu kaynakların aynı olduğunu" belirtmiştir.

Olayın Değerlendirilmesi:

1978 Sivas Olaylarında Devlet Bakanı Enver Akova'nın Sivas halkının olaylara karışmadığını, aşırı uçların silah aldıkları kaynakların aynı olduğu yönündeki beyanları, bir kısım güvenlik güçlerinin Sivas'a dışarıdan toplulukların getirildiğine ilişkin beyanları, Sivas'ın demografik yapısı itibariyle Alevi ve Sünni vatandaşların birlikte yaşaması nedeniyle provokatif eylemler için uygun olması, olayda Malatya, Maraş ve Çorum olaylarındakine benzer şekilde Sünni vatandaşları, Alevi vatandaşlar aleyhine kışkırtmaya yönelik sloganların atılmış olması hususları gözetildiğinde, olayın ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmıştır.

1.5. Kahramanmaraş Olayları
19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında Kahramanmaraş'ta meydana gelen olaylar 12 Eylül sürecine giden yolda önemli dönüm noktalarından biridir. Kahramanmaraş Olayları 12 Eylül 1980 askeri darbesinin nedenlerinden biri olarak görülmektedir.
1978 yılının Aralık ayının ikinci haftasında Kahramanmaraş sokaklarında ilginç bir hareketlilik vardı. Nüfus memuru olduklarını belirten görevliler Alevilerin yoğun olduğu mahalle ve semtlerde dolaşıyor, sözde yeni sayım için numaralandırma yapıyorlardı. Gidilen evlerin kapısı kırmızı boya ile boyanıyordu. Bunun nedeni bir hafta sonra anlaşılacaktı. (3, s.55)

Olayların kıvılcımı bir sinema salonunda ateşlendi. Şehirdeki Çiçek Sinemasında 15 gün öncesinden gelecek program olarak "Zeynel ile Veysel" filminin gösterileceği belirtilmişken, Ülkücülerin gözdesi olan Stalin zulmünden kaçan Kırım Türklerinin anlatıldığı "Güneş Ne Zaman Doğacak" adlı film 16 Aralık 1978 tarihinde gösterime girdi. 19 Aralık günü saat 20:00 seansının sonuna doğru sinema salonunda patlayan bomba ile bir anda "Bombayı solcular attı" söylentisi bir anda kentin her tarafına yayıldı. (3, s.56)

Bombalama eyleminin solcular tarafından yapıldığını ileri süren bir grup sağcı CHP il merkezine PTT ve TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) binalarına hücum ettiler.20 Aralıkta bu kez Alevilerin gittiği Akın Kıraathanesine bomba atıldı. Kıraathanenin bombalanmasının üzerinden 24 saat geçmeden sağcı bir vatandaşın evi bombalandı. Akşam saatlerinde de sol görüşlü Mustafa YÜZBAŞIOĞLU ve Naci ÇOLAK isimli 2 öğretmen katledildi. (3, s.56)

Bu 2 öğretmenin cenazesine katılmak üzere çeşitli çevre illerinden gelen 10.000'e yakın vatandaşın katıldığı cenaze töreninde, sağ görüşlü vatandaşlar da karşı kitlesel grup oluşturdular.
Ölen öğretmenlerin cenazeleri Alevi mahallesi olan Yörük Selim'in hemen bitişiğindeki Devlet Hastanesinde idi. Hastane önünde solcu ve Alevilerden oluşan kalabalık giderek artıyor, ancak cenazeler bir türlü verilmiyordu. Şehrin bir başka tarafında ise sağcılar ve onların kışkırttığı Sünni vatandaşlar toplanmaya başlamıştı. Günlerden cuma idi. Cemaatin Cuma namazından çıktığı saatlerde cenazelerin teslim edilmesi ile Alevilerden oluşan büyük bir kitle şehrin merkezine doğru harekete geçti. (4, s.81) 25 Aralık 2011 tarihli Radikal Gazetesine açıklama yapan Hamit Kapan "Cenazelerin defnedilmesi için hazırlıklara başladık. Özellikle Cuma namazının çıkışına denk getirildi cenazenin teslimi... Hastane Başhekimi Çetin Diker'in önemli bir yönlendirmesi oldu. Cami çıkışına denk getirilmesini sağlayan odur... Hastanede bekleyen grubun önünde Maraş giysisi giymiş insanlar vardı. Ben doğma büyüme Maraşlıyım. O insanların Maraşlı olmadığını yüz metre öteden anlarım. Onlar grubu galeyana getirip mahalleye saldırtmayı başardılar." şeklinde beyanda bulunmuştur.
Cenaze için gelenler, cenazeler Ulucamiye getirilene kadar o bölgedeki evleri yağma ettiler.(3, s.56)
Bu kargaşada 3 Sünni genç solcuların açtığı ateşle öldürüldü.(4,s.82) Cenazenin götürüldüğü camideki topluluk ölenlerin cenaze namazlarının kılınmasına engel oldular.

Öldürülen 3 Sünni gençle ilgili 22 Aralık gecesi belediye hoparlöründen ”Üç Müslüman din kardeşimiz komünistler tarafından öldürüldü. Bunların kanı yerde kalmayacak” şeklindeki anons kentte infiale yol açtı. Askerler yayının yapıldığı belediyeye ait yayın odasına gittiğinde kimseyi bulamadı. Kime sorduysa yayını kimin yaptığını tespit edemedi. (Radikal Gazetesinin K.Maraş olaylarıyla ilgili yazı dizisi, 23/12/2011)
Cenaze törenine gelenlerin camileri ateşe verdiği söylentisi şehrin Sünni mahallelerinde hızla yayıldı. Bunun üzerine harekete geçen silahlı ve sopalı gruplar Kahramanmaraş'ın Alevi mahallelerine hücum etti. Günlerce süren çatışma ve saldırılarda 105 kişi öldü. 176 kişi yaralandı. 210 ev ve 70 işyeri tahrip edildi. Birçok kadın tecavüze uğradı. 25 Aralıkta Kayseri ve Gaziantep'ten getirilen askeri birliklerin müdahalesiyle olaylar önlenebildi. (3, s.57)
19-26 Aralık 1978 tarihlerindeki Kahramanmaraş olaylarının yoğun olarak devam ettiği 3 gün boyunca olaylara ne jandarma ne de polisin müdahale etmediği, olayın görgü tanıklarınca ifade edilmiştir. (Gazeteci Mehmet Ali BİRAND tarafından hazırlanan 12 Eylül Belgeseli, DVD olarak dosyada bulunmaktadır).
Adıyaman ilinden gelerek Çelik Palas Otelinde 19-20 Aralık 1978 tarihlerinde kalan ve kendilerini milli piyangocu olarak tanıtan 26 değişik isimli şahsın, Milli Piyango İdaresinden alınan 26 Ocak 1979 tarih ve 013/653 sayılı yazıları ve ekindeki belgelerden ne sabit ne de seyyar bayi olmadıkları, üstelik yine yazı ekindeki belgeden 1978 Aralık ayında piyango çekilişlerinin sadece 9 ve 31 Aralık tarihlerinde yapıldığı, olayların olduğu tarihlerde çekiliş bulunmadığı anlaşılmıştır. Bu hususlar dikkate alındığında bu kişilerin halkı kışkırtmak için kente getirilen militanlar olduğu kanaati oluşmaktadır. (Dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı tarafından özel bir ekibe hazırlattırıldığı belirtilen rapordan, Yeni Gündem Dergisi, Sayı 38, Sayfa 10, 1986, Ayrıca bkz. 22 Aralık 2011 tarihli Radikal Gazetesi)
Şüpheli Kenan EVREN (Genelkurmay Başkanı): "Ama sıkıyönetim yok ki. Daha sıkıyönetim ilan edilmiş değil Türkiye'de. Onun için oradaki Emniyet Güçleri ancak bunlarla ilgiliydi...", “Kuvvetim yoktu orada askeri birlik yok, yani orada bu işe müdahale edecek askeri birlik yok…” diyordu.(4, s.86)

5442 Sayılı İl idaresi Kanunun 11.maddesinde (29/08/1996 tarihli değişiklik öncesi) “ Vali, il içindeki kolluk kuvvetleriyle bastırılamıyacak olağanüstü ve âni hâdiselerin cereyanı karşısında kalırsa en yakın askerî «kara, deniz, hava» kuvvetleri komutanlarına mümkün olan en seri vasıtalarla müracaat ederek yardım ister ve bunu yazı ile de teyit eder. Bu talep derhal yerine getirilir” şeklinde düzenleme bulunmaktaydı.
Olayların ikinci günü dönemin Kahramanmaraş Valisi tarafından takviye asker kuvveti talep edilmiş olmasına rağmen talep dikkate alınmamıştır.(1 nolu delil DVD’si)
Ayrıca olayların ikinci günü Kahramanmaraş’a gelen ve eylemcilere müdahale edilmesini isteyen zamanın İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’ya 2. Ordu Komutanı İbrahim Şenocak “Paşam, sizi severim ve sayarım ama emirleri Ankara’dan alırım” demiştir. (Radikal Gazetesinin K.Maraş olaylarıyla ilgili yazı dizisi, 22/12/2011)
Nitekim birçok kişinin ölümünden sonra olaylara ikinci ordu birliklerinden değil, Kayseri ve Gaziantep’ten getirilen askeri birliklerce 25 Aralıkta müdahale edilmesi İçişleri Bakanı ve Valinin beyanlarını doğrulamaktadır.
Söz konusu Kahramanmaraş olayları için dönemin Başbakanı Bülent Ecevit “Bazı çevreler bizi ısrarla ve sistemli olarak sıkıyönetim ilanına zorluyorlardı. Kahramanmaraş olayları CHP’nin kurduğu hükümeti sıkıyönetime zorlamak isteyenlerin tahriklerinin sonucuydu. Nitekim zorlanmış olduk. Kahramanmaraş olaylarında hükümetin sorumluluğu olduğunu düşünemem. Bir hayli askeri birlikler yardıma çağrılmıştı. Fakat güvenliğin sağlanmasına doyurucu bir katkıları olmamıştı. Geniş ölçüde pasif kalmışlardı.” (Kaynak: Donat, Yavuz Donat’ın Vitrininden I,s.281- Aktaran:Ankara Ünv.Türk İnkılap Tar.Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi: Anılarda 12 Eylül, Muslih İpekliler, Ankara 2010,s.71) dediği,
Başka bir yerde ise Bülent ECEVİT: "Bizi sıkıyönetim ilanına mecbur etmek için o olayın çıkarıldığı kanısındayım. Acı bir gerçek şu ki, vilayet binasına bile, içinde İçişleri Bakanımız varken, civarda bulunan Silahlı Kuvvetler birlikleri bir türlü bizim yetkimiz yok gerekçesiyle olaya karışmak istemediler." demiştir.(4, s.86)
Maraş Olayları ile ilgili tanıkların anlatımları şu şekildedir: (4, s.81-82)
Mehmet TANIR: "O arada cuma namazına gelmiş halk, namaz bittikten sonra dağılmıyor. Bunlar gitsinler, namazını madem böyle diyorlar nerde kıldırıyorlarsa kıldırsınlar. Gitsinler mezarlıkta kıldırsınlar. Cenazelerini defnetsinler diye camiye sokmak istemiyorlar."
Mehmet TAŞKESEN: "Ulu Camii'ye yakın yere gelirken burada birikmiş adamlar oradan taşlar atıyorlar, tahtalar fırlatıyorlar... Komünistlerin cenazesi kılınmaz, falan etmez şudur budur diye sloganlar atıyorlar."
Ahmet ARAS (Öğretmen): "Oraya geldiğimizde taş saldırıları ve silah sesleri ötmeye başlamıştı. Cenazeler omuzlardan düşerek yerde kaldı. Tamamen bir ablukaya girmiştik."
23 Aralık 1978 günü sağcılardan ölen 3 kişinin cenazesi kaldırılacaktı. Vali Tahsin SOYLU, sokağa çıkma yasağı koydu. Ancak bunu belediye hoparlöründen bir türlü duyuramadı. Oysa duyurabilseydi belki katliamlar önlenebilecekti. (4, s.83)
Tanıkların diğer anlatımları ise şu şekildedir: (4, s.83-86)
Mehmet TAŞKESEN: "Vali 2 öğretmenin cenazesi yarım kaldı. Buna sureti katiyede izin vermem der. Fakat buna rağmen belediye hoparlöründen yayın memuru devamlı şu yayını yapar: Şehitlerimizin naaşı hastaneden alınacak ve tören yapılacaktır. Tüm Kahramanmaraş halkı cenaze törenlerine davetlidir diye beyanlarda bulunur."
Ökkeş KENGER (ŞENDİLLER): "Anonsta 3 tane sağ görüşlü vatandaşın şehit edildiğini, bunların cenazesini almak üzere hastaneye gidileceğine dair, altında 8-10 tane gönüllü kuruluşun, baro dahil, işte belediye dahil, sağ görüşlü partiler dahil, hepsinin isminin olduğu bir anons, ama o anonsu kimin yaptırdığı, anonsu kimin götürdüğü ortaya çıkmadı, o da enteresan bir olay bize göre..."
Mehmet KAPAN: "Allah Allah diye bir hikmet bir alamet, ben böyle bir şey görmedim ben hiç... Önde gelenlerin hepsi yüzü maskeliydi. Arkadan gelenlerin kimisinin elinde balta, kimisinin de elinde... kimisinin elinde kılıç, Allah Allah diye geliyorlardı."
Mehmet TANIR (MHP İl Başkan Adayı): "Ateş ediliyor, karşılıklı insanlar ölüyor, bazı evler yanıyor, polis yok, jandarma yok, asker yok, müdahale yok... Müdahale edin, asker gönderin, bana verilen cevap, askerimiz yok."
Ökkeş KENGER (Kahramanmaraş olayları ile ilgili yargılandığı, davada): "Tayyar diye bir paşa vardı. Sıkıyönetim paşasıydı o. Onun bize çok enteresan bir ifadesi var. Ben bunun mahkemede de ısrarla üzerinde durdum. Gelip ifade dahi vermedi. O zaman Tugay komutanı idi. Tuğgeneraldi. Bir arkadaşım daha vardı benim. Yunus İLHAN diye. Beraber gözaltına alınmıştık. O Maraş'taydı. İkimizi beraber çağırdı. Bizim rahmetli Tahsin ÜNAL diye eski Harp Okulunda tarih hocasıydı. MHP Genel İdare Kurul üyesi idi. Tahsin hoca geldi bize, önce babamla filan görüşmüş. Demiş ki, 'Bu Tayyar Paşa çok milliyetçi bir adam. Gelsinler ifadelerini versinler, gitsinler.' Bize öyle bir haber geldiydi. Tabi bu 30 gün geçtikten sonra Tayyar Paşa bizi çağırdı huzuruna, önce dedi ki 'Siz ne biçim Milliyetçisiniz, ne biçim Ülkücüsünüz, size böyle mi emir verildi. Yüzünüze gözünüze bulaştırdınız.' diye bizi fırçaladı."
Kahramanmaraş olaylarında da Malatya'daki olaylardakine benzer şekilde "Aleviler sularımızı zehirledi" , "Aleviler Ulu Camiiyi yakıyorlar." söylentileri yayıldı. (4, s.84)
Dönemin Kahramanmaraş Belediye Başkanı Ahmet Uncu 22/12/2011 tarihli tanık olarak alınan beyanında, 25 Aralık 1978 Cuma günü Gaziantep 5. Zırhlı Tugay Komutanı ve birliklerin Kahramanmaraş’a geldiklerini, askerlerin zamanında geldiğini, Emniyet Müdürünün o tarihteki emniyet içerisindeki bölünmeye göre POL-DER üyesi olduğunu, valiyi de etkileyerek polisi olayların dışında tuttuğunu, Maraş’ı sokak sokak bilen bu kuvvet çekildiğinde de askerlerin yabancılık çektiğini belirtmiştir.
Tanık beyanında, il dışından gelen askeri birliklerin zamanında ve 25 Aralık 1978 günü geldiğini belirtmiş ise de, olaylar 19 Aralık günü başlamış ve en çok zayiatın verildiği günler 25 Aralık öncesi tarihlerdir. Bütün kaynaklarda ve beyanlarda da askeri birliklerin olayların en yoğun yaşandığı 3 gün müdahalede bulunmadıkları belirtilmektedir. Bu nedenle tanığın askerlerin olay yerine zamanında geldiklerine ilişkin beyanları diğer bütün beyanlar ve kaynaklardaki ifadelerle çelişmektedir. Zaten kaynaklarda da olaya 25 Aralık 1978 günü Kayseri ve Gaziantep’ten gelen askeri kuvvetlerin müdahale ettikleri ifade edilmektedir.
Olayların devam ettiği günlerde özellikle polisin hedef alındığı gerekçesiyle polis-halk çatışması çıkmaması adına, polisin olaylardan tamamen el çektirildiği belirtilmektedir. (1 nolu delil DVD’si) Bu bilgi tanık Ahmet Uncu’nun Emniyet Müdürünün Valiyi de etkileyerek polisi olayların dışında tuttuğu şeklindeki beyanını doğrulamaktadır.
Günlerdir devam eden olayları önlemekte yetersiz kalan askerin yardım çağrısı dikkate alınmamış, şehre takviye askeri kuvvet gönderilmemiştir.(13) Olayı yaşayanlardan Bejan Matur, 25 Aralık 2011 tarihli Radikal Gazetesinde yayınlanan açıklamasında, "Kayseri Tugayından askerleri bekliyorduk. Asker, Devlet... hiç kimse gelmedi. Her şey bittikten sonra askerlerin geldiğini, sıkıyönetimin ilanını hatırlıyorum." şeklinde beyanıyla takviye için askerlerin zamanında gelmediğini belirtmiştir.
Olayda öldürülen öğretmenlerden Mustafa Yüzbaşıoğlu'nun ağabeyi Mehmet Yüzbaşıoğlu 25 Aralık 2011 tarihinde Zaman Gazetesinde yayınlanan açıklamasında, yaşananların Sağcılık-Solculuk veya Alevilik-Sünnilik meselesi olmadığını belirterek, "Bir proje vardı ve Maraş'ın etnik yapısı müsaitti, olaylar büyütüldü... Millet birbirini kırıyordu, kardeş kardeşi öldürüyordu. O gün devlet yoktu Maraş'ta. Tedbir alınsaydı böyle olmazdı." demiştir.
Dönemin Elazığ Valisi Güngör Aydın 24 Aralık 2011 tarihinde Zaman Gazetesinde yayınlanan açıklamasında, o dönemde 5 hassas il olduğunu, bu illerin Maraş, Elazığ, Erzincan, Sivas ve Malatya olduğunu belirterek, "5 ilde ayrı ayrı Alevi toplu kırımı yaratılması planlanmıştı. Kontrgerilla da bu hadiseleri başlatmak için Elazığ'ı seçti." diyerek, kontrgerillanın kendisinin görevden alınması için talepte bulunup, açıkça tehdit ettiğini, kendisinin Antalya'ya atandığını, kentte nifak tohumları atmak için çokça denemeler yapıldığını, bunlardan bir tanesinin gece yarısı yapılan "Elazığlılar suyumuza zehir atılmıştır" anonsu olduğunu, daha sonra tutuklanan bu kişilerin kontrgerillanın kontrolünde olan insanlar olduğunu, o dönem tedbirler alınabilseydi Maraş'ta olayların yaşanmayacağını, görevden alındıktan sonra Başbakan Bülent Ecevit'e konuyla ilgili alınması gereken önlemlere ilişkin sunum yaptığını, 5 ilde bütün kadroların demokrasi ve sivil yönetimi savunan isimlerden oluşturulmasını istediğini, ancak önlemlerin alınmadığını belirtmiştir.
O dönemde Maraş'ın Pazarcık ilçesine bağlı Alevi köyü olan Hanobaşı'nda öğretmenlik yapan Akif Dalgaç 24 Aralık 2011 tarihinde Zaman Gazetesinde yayınlanan açıklamasında, "Arkadaşımın dükkanı olayların olduğu caddedeydi. Camlar kırılmasın diye kepenkleri kapattık. Üst katın penceresinden yürüyüşü izledik. Tanımadığımız insanlar vardı. 'Ordu millet el ele' sloganlarıyla ilerleyen topluluğu bir subay elleriyle 'gel gel' işareti yaparak Ulu Camiiye çekiyordu. O asker resmen topluluğu yönlendiriyordu." demiştir.
Olayların ardından 26 Aralık 1978 tarihinde İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Gaziantep, Kars, Malatya, Sivas ve Şanlıurfa'da toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Kaynaklarda ve tanık beyanlarında kısmi çelişkiler bulunsa da, esas olarak Kahramanmaraş olaylarında Emniyet kuvvetlerinin olaylara müdahaleden el çektirildiği, Kahramanmaraş’taki Valinin emrindeki Askeri birliklerin ise olayın en yoğun yaşandığı günlerde müdahalede yetersiz ve pasif kaldıkları, il dışından talep edilen Askeri birliklerin olayların yoğun olarak yaşandığı günlerde gelmedikleri, büyük kayıplar yaşandıktan sonra ancak 25 Aralık 1978 tarihinde müdahalede bulundukları anlaşılmıştır.
Olayın Değelendirilmesi:
100’den fazla kişinin öldüğü, 150’den fazla insanın yaralandığı, bir çok evin yakılıp yıkıldığı vahim nitelikteki Kahramanmaraş olaylarında, dönemin İçişleri Bakanını ve Valisinin yardım taleplerine olumsuz cevap verilmesi, olaylara müdahale için çevre illerden gelebilecek askeri birliklerin 25 Aralık tarihine kadar gelmemesi, Başbakan Ecevit’in, olaylarda Askeri birliklerin pasif kaldığına ve içinde İçişleri Bakanı bulunan aracın korunması konusunda bile etraftaki askeri birliklerin yardım etmedikleri yönündeki beyanları, olayların yoğun olarak cereyan ettiği son 3 günde polisin olaylardan el çektirilmesi, ildeki askeri birliklerin ise yetersiz ve pasif kalmaları nedeniyle olaylara etkin müdahale edilmemesi, Tayyar Paşa adındaki Tuğgeneralin, Ökkeş Kenger”e söylediği “Siz ne biçim Milliyetçisiniz, ne biçim Ülkücüsünüz, size böyle mi emir verildi. yüzünüze gözünüze bulaştırdınız.” şeklindeki sözleri, infiale neden olan anonsu kimin yaptığının tespit edilememesi, kendisini milli piyangocu olarak tanıtan 26 kişinin bulunamaması, ölen 2 solcu öğretmenin cenazelerinin hastaneden tesliminin Cuma namazı saatine denk getirilmesi, dönemin Elazığ Valisinin kontrgerilla tarafından tehdit edildiğini belirtmesi, Pazarcık ilçesinin köyünde öğretmenlik yapan Akif Dalgaç'ın olaya katılan grubu bir subayın yönlendirdiğini beyan etmesi hususları dikkate alındığında, olayların toplumda kaos oluşturmak ve askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, etkin güvenlik kuvvetlerince de müdahale edilmediği kanaatine varılmaktadır.

1.6. Gazeteci Abdi İPEKÇİ'nin Öldürülmesi
1 Şubat 1979 tarihinde terör bu kez Milliyet Gazetesinin başyazarı Abdi İPEKÇİ'yi hedef seçmişti. Abdi İPEKÇİ gazeteden ayrılıp Nişantaşı Emlak Caddesine geldiğinde iyice sıkışık olan trafikte evinin bulunduğu karakol sokağına dönmek üzere yavaşladığında arabasının camından sıkılan kurşunlarla öldürüldü. Katili Mehmet Ali AĞCA 5 ay sonra İstanbul'da yakalandı. Önce suçsuz olduğunu belirterek her şeyi inkar etti. Ardından da: "Mahkemeye çıkarsam herkesi ve her şeyi açıklayacağım." dedi. Gönderdiği mesaj adresine ulaşmıştı. Kısa süre sonra Mehmet Ali AĞCA, Maltepe Askeri Cezaevinden asker elbisesi giydirilerek kaçırıldı. (3, s.89-90)
Olayın Değerlendirilmesi:
Eylemde tetikçi olarak kullanıldığı anlaşılan Mehmet Ali Ağca’nın kendisine eylemi yaptıranları açıklayacağına dair yapmış olduğu açıklamadan sonra Maltepe Askeri Cezaevinden asker elbisesi giydirilerek kaçırılması, ülkenin kaos ve çatışmaya sürüklenerek yönetilemez hale getirilmesini isteyen güçler tarafından planlandığını göstermektedir.

1.7. Çorum Olayları
Çorum Olayları öncesi Emniyet Müdürü Hasan UYAR görevinden alınarak yerine Tunceli'de görev yapmış olan Nail BOZKURT getirildi. Milli Eğitim Müdürlüğüne MHP'li Fethi KATAR atandı. Çorum Valiliğine ise Rafet ÜÇELLİ getirildi. 40'a yakın polis memurunun ataması başka illere yapıldı. 1980 yılındaki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları hazırlıklar sırasında kızların kıyafetleri öne sürülerek, "Müslüman, namusuna sahip çık." başlıklı ve şu ibarelerle devam eden tahrik edici bildiri dağıtıldı: "19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın, iffet ve hayasına kahpece ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor. İçimize kan akıtılıyor." , "Yine müslüman evladı kan ağlamaya, kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan daha büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ana karnından çocuk çıkaran zihniyetle, bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut, yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu hadis-i şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile cihat edenlere... İslami Gençlik" (3, s.75-79)
27 Mayıs 1980 tarihinde MHP'nin ileri gelenlerinden Genel Başkan Yardımcısı Gün SAZAK öldürüldü. Bu suikastın ardından Gün SAZAK'ın komünistler ve solcular tarafından öldürüldüğünün ortaya atılması üzerine, Türkiye'nin her tarafında büyük protesto eylemleri yapıldı. (3, s.79)
Daha önce Kahramanmaraş ve Malatya'da ortaya konan kaos senaryosu bu kez Çorumda sahnelendi. Kentin Alevi mahallelerine saldırı yapıldı. İlk saldırılarda 4 kişi öldü. 100'den fazla ev ve işyerine zarar verildi. Diğer senaryolarda olduğu gibi Alaattin Camii'ne bomba atıldığı söylentisi camilerin hoparlöründen duyurularak cihat ilanı yapıldı. Suların zehirlendiği iddiası dalga dalga tüm Çorum'a yayıldı. Bu şekilde Çorum Olayları başlatıldı. (4, s.115)
Çorum olaylarının yargılamasını yapan 3.Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemesinin yaptığı değerlendirmede; 4 Temmuz 1980 Cuma günü camilerde halkın Cuma namazı kıldığı sırada, aynı semtte bulunan tüm camilere aynı anda gelen kimliği tespit edilemeyen bir kısım tahrikçilerin önceden planladıkları gibi “Alaattin camisini bombaladılar, cami yanıyor” şeklinde söylentiyi yaymaları üzerine bir kısım cemaatin namazı terk edip evlerine koşup silahlanmak suretiyle büyük gruplar halinde teşvikcilerin görevlendirdiği kişilerin yol göstermesi ile gene önceden tespit edilen alevi ve solcu olarak bilinen vatandaşların oturdukları mahallelere baskın şeklinde saldırılar düzenlediklerini belirtmiştir. (Mahkemenin 1981/356 Esas, 1984/157 Karar Sayılı ve 05/12/1984 tarihli gerekçeli kararı, sayfa 110)
Özellikle Alevi mahallelerine uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Alevilere ait evler ve işyerleri yakıldı. Nefretin derecesi öyle yükselmişti ki yangınlara müdahale edecek itfaiyelerin hortumları bile kesilmişti. (4, s.115)
Olayların sona erdirilebildiği 10 Temmuz 1980 tarihinde resmi rakamlara göre 26 kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda vatandaş yaralanmış, evler, işyerleri harap edilmişti. Kayıp ihbarlarının sayısı ise 100'den fazlaydı. (3, s.81)
Olaylardan sonra kaçırılanların cesetleri bir taraflara atılmış olarak bulundu. Ölü sayısı 33'e çıktı. Bunlardan birçoğu feci işkencelerle öldürülmüştü. Kaçırılanlardan Sadık ERAL bu konuda şunları söylemektedir: "Bizi bir semte götürdüler. O semtte bizi minibüsten indirdiler. Kadın erkek aramızda yaşlılar da vardı. Çivi çakılmış sopalarla dövdüler... Benimle beraber işkence gören insanlardan 3 tanesi gördüğü işkenceye dayanamayarak, olaylardan çok kısa bir süre sonra hayatlarını kaybetti." (4, s.117)
Çorum olaylarından mahkum olan ülkücü Adnan BARAN 02 Ocak 2012 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanan açkılamalarında,"Çorum olayları olarak bilinen çatışmaların ilk bölümü mayıs sonlarında başlayıp haziranın ilk günlerine kadar devam etti. İlk çatışmalar üç dört gün sürdü. Şehrin iki mahallesinin önüne barikatlar örüldü. Barikatların ardından birbirimize binlerce kurşun sıktık. Asker ve polis çatışmaya kesinlikle müdahale etmedi. Yalnızca çatışmaların ardından yaralı ve ölüleri topladı. Tam bir iç savaş ortamıydı. İlk olaylarda ağabeyim, dayımın oğlu ve üç polisle birlikte toplam beş kişi hayatını kaybetti. Sonra çatışmalar durdu. Arada olaylar yaşandı ama can kaybı olmadı. Eğer güvenlik güçleri ilk anda müdahale etseydi ya hiç can kaybı yaşanmayacaktı ya da birkaç kayıpla bu olaylar duracaktı. Tarihte Çorum olayları diye bir şey olmayacaktı. Ben o dönemde cezaevi firarisiydim. Benimle birlikte aranan başka ülkücüler ve solcular da vardı. Ama Çorum’da açık açık dolaşıyorduk. Hiçbir takibe uğramıyorduk. Bugün seminerlere katılarak “Çorum’da katliam yaşandı” diyen dönemin başsavcısı Erten Türker o zaman neredeydi. Ben o dönemde bunu hareketimizin gücüne bağlıyordum. Ama darbenin ardından devlet bizi hemen yakaladı. O dönemde niye yakalanmadığımızı şimdi çok iyi anlıyorum."
"Bunun üzerine iki tarafta da bir silahlanma yarışıdır başlamıştı. Bizimkiler bir yerlerden av tüfekleri bulmuştu. Kendisini ülkücü olarak tanıtan bazı subaylar da bize silah ve patlayıcı verdi. Yıllar sonra öğrendim ki, solculara da kendisini ‘devrimci-sosyalist’ olarak tanıtan subaylar aynı silah ve patlayıcılardan vermiş.” şeklinde beyanda bulunmuştur.
Adnan Baran'ın açıklamalarının yer aldığı habere göre,"Çorum olaylarını kurgulayan karanlık eller en kanlı planlarını sona saklamıştı. Kanlı finalin adresi Alaeddin Camii’ydi. Temmuz ayının bir cuma günü şehirdeki 20 camide aynı dedikodu yayıldı: Komünistler ve Aleviler Alaeddin Camii’ne bomba attı. Cemaatten ölenler var. Adnan Baran bu haber üzerine Alaeddin Camii’ne ilk koşanlardan biriydi. Ama ortalıkta ne bomba ne de ölü vardı. Baran bu dedikodunun yayılmasının ardından yaşanan ilginç bir olayı anlattı:Bu haberin verildiği camilerde halk galeyana gelirken ocak başkanı Kazım Aras isimli bir ülküdaşımız bir camide bu haberin asılsız olduğunu bağıra çağıra anlatıp cemaati yatıştırmaya çalışıyordu. Birden bire başına inen sopa darbeleriyle yere yığıldı. Anlaşılan birileri gerçeğin öğrenilmesini istemiyordu. Ancak bu provokasyon etkili oldu ve şehrin pek çok yerinde Alevilere saldırılar yapıldı. Olaylarda toplam 57 kişi hayatını kaybetti. Bunların 40’ı Alevi vatandaşlarımızdı. 17’si ise ülkücüydü.”
Çorum’u bilmeyen bazı kişilerin o dönemde yaşananları tek taraflı bir şekilde aktardığını ve derin yapının sorumluluğunun üzerini örttüğünü belirten Baran'nın: “Hâlâ özel yapının kulaklarına fısıldadığı bilgilerle Çorum’u anlatanlar var. Hepimiz kanlı bir planın parçası olduk. Hepimiz mağdur olduk. Ben ve ailem bu sürecin mağdurlarındanız. Ama tek yönlü bir bakışla gerçekleri ortaya çıkaramayız. Resmî tarih anlatmayı bırakıp gerçekleri anlatın. Gelin birlikte konuşup Çorum’da gerçekleri ortaya çıkaralım.” dediği belirtilmiştir.
Dönemin Çorum Valisi Rafet ÜÇELLİ 28/12/2011 tarihli tanık olarak alınan beyanında (Sorulan soru ve verdiği cevaba göre), olaya müdahale için Çorum’a gelen Amasya Tugay komutanının henüz olaylar yatışmadan güvenlik zafiyetini de bildiği halde birliklerini geri çekerek Çorum’u terk ettiğini, ardından kendisinin İçişleri Bakanını arayarak yardım istediğinde Yozgat’tan gönderilen jandarma sayısının 60 civarında olduğunu, bunun da çok yetersiz kaldığını, kendilerinin paşanın tutumunu anlayamadıklarını belirtmiştir.(Ayrıca bkz;1 nolu DVD ve kaynak 12)
Olayın Değerlendirilmesi:
Çorum olaylarında da yine Kahramanmaraş ve Malatya olaylarındaki gibi “cami bombalandı” , “sular zehirlendi” gibi söylentilerle alevi ve sünni halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi, olaya müdahale için gelen Amasya Tugay komutanın olaylar yatışmadan birliklerini geri çekmesi, olayı bizzat yaşayan Adnan Baran'ın polis ve askerin olaylara müdahale etmediği, kendisiyle birlikte firari sanıkların kentte rahatça gezmelerine izin verildiği, bazı subayların sağ ve sol gruplara silah ve patlayıcı verdikleri, Alaaddin Camiine bomba atıldığına ilişkin yalan haberin asılsız olduğunu camide anlatmaya çalışan Kazım Aras isimli şahsın gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen kişilerce sopa darbeleriyle etkisiz hale getirildiğine dair beyanları birlikte değerlendirildiğinde, olayın ülkede kaos çıkararak yapılacak darbeye zemin hazırlamak isteyenler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.

1.8. Fatsa Operasyonu
Ordu'nun Fatsa ilçesinde 14 Ekimde 1979 ara seçimlerinde arkasında Devrimci Yol örgütünün desteği olan Terzi Fikri adıyla üne kavuşan Fikri SÖNMEZ belediye başkanı seçildi. Terzi Fikri bu seçimlerle ilgili "Ben Fikri SÖNMEZ olarak tek başıma aday değilim. Türkiye Devrimci Hareketin göstermiş olduğu bir adayım. Bu seçim ilk defa devrimcilerin kazanmış olduğu bir seçimdir." demiştir. (3, s.69-70)
Terzi Fikri, karaborsa döneminde gençlerle birlikte stokçulara yaptığı baskınlarla nam kazandı. Durumu Zeki MUSLU (Fatsa CHP İlçe Başkanı): "Belediye bu karaborsacı insanlarla uğraşamayınca ne yapıyor, bu sefer o gençler karaborsa yapan insanların dükkanlarını basmaya başladı. Basıp içerde buldukları malları toplayıp, efendim halka dağıtmaya başladılar." şeklinde ifade etmektedir. (4, s.119)
Belediye başkanı Terzi Fikri, halkın desteği ile düşüncelerini uygulamaya başladı. Fatsa'da 11 Halk komitesi kurdu. Yönetim bu komiteler aracılığıyla idare ediliyordu. İlçeye giriş ve çıkışlar halk komitesinin denetimi altındaydı. Gazeteciler bile uzun süre sorgulandıktan sonra ilçeye girebiliyordu. Bununla ilgili gazeteci Erhan YILDIZ yaşadığı olayı: "Fatsa'ya daha otobüslerin yanaştığı otogara girdiğimiz anda yanımızda 3 tane genç belirdi. Biz valizlerimizle uğraşırken işte niçin geldiğimizi sordular." şeklinde anlatmaktadır.(4,119-120)
Belediye başkanı Terzi Fikri Fatsa'da halk iktidarını kurduklarını belirtiyordu. Fatsa'nın sosyalist iktidarın çekirdeği olduğunu iddia ediyordu. (4, s.120)
Fatsa ilçesi, sokaklarında rahatça dolaşılamayan, resmi dairelerinde Türk bayrağı asılmayan, camilerinde namaz kılınamayan, okullarında mini mini öğrencilerine dahi sol yumruklar havada enternasyonal marşı söyletilen, devlet gücüne karşı, barikatlarla çevrilmiş, hiçbir adli ve devlet organı faaliyet gösteremeyen, bütün meselelerini 11 Halk-direniş komiteleri tarafından çözülmeye çalışılan, milliyetçi vatandaşların mallarının istimlak edilerek göçe zorlandığı, gitmeyenlerin acımasızca öldürüldüğü bir yer haline geldi. (3, s.74)
Bu gelişmelerin ardından Fatsa'ya 8 Temmuz 1980'de Samsun'dan gelen askeri birliklerle operasyon düzenlendi. Operasyon emrini Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan EVREN verdi. Herhangi bir direnişle karşılaşılmadan yapılan operasyonlar sonucundan Terzi Fikri SÖNMEZ ile birlikte 300 kişi gözaltına alındı.
Olayın Değerlendirilmesi:
Devlet içerisinde küçük bir devlet gibi örgütlenen Ordu’nun Fatsa ilçesine, Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan Evren’in emriyle müdahale edilmişti.O tarihte Sıkıyönetim ilan edilen iller arasında Ordu yoktu.Dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri sıkıyönetim kurulmamış bir bölgedeki olaylara müdahalede bulundu.Oysa şüpheli Kenan Evren, Kahramanmaraş olaylarına asker olarak neden müdahale edilmediği sorulduğunda, sıkıyönetim ilan edilmediği için yetkilerinin olmadığını belirtmiştir.(Bkz, K.Maraş olayları bölümü) esasen her gün onlarca insanımızın terör olaylarından öldüğü bir ortamda, Başbakan, Hükümet ve diğer siyasi parti liderlerine doğrudan, Cumhurbaşkanına ise doğrudan olmasa bile dolaylı olarak müdahalede bulunabileceğine ilişkin uyarı mektubu verebilecek kadar kendisini güçlü gören askeri yönetimin, terör olaylarına müdahale ederek suçluları adli merciler önüne çıkarması, toplum ve siyasi iktidar tarafından ancak takdir edilebilirdi.Fatsa operasyonu bu yönüyle dikkate değerdir.

1.9. Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresi 6 Nisan 1980 tarihinde doluyordu.Siyasi partilerin Milletvekili sayılarına göre mecliste bir partinin tek başına Cumhurbaşkanı seçme imkanı yoktu. Partiler Cumhurbaşkanlığı konusunda anlaşamadılar. Cumhurbaşkanlığına mevzuat gereği Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri ÇAĞLAYANGİL vekalet ediyordu.Cumhurbaşkanlığı seçim turları aylarca devam etti.
Sonuç alınamayan Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde CHP adayı Muhsin Batur’un 303 oy aldı. Bu sırada TSK Komuta Heyetinin Güney Doğu’da bulunuyordu, Cumhurbaşkanının seçilme ihtimalinden TSK Komuta Heyetinin rahatsız oldu. yanlarında bulunan dönemin İçişleri Bakanı Orhan Eren’nin anlatımına göre; bir ara komuta heyetinin dışarı çıktı, sonra Org. Sedat Celasun’un gelerek 1 gün sonra Ankara’ya gitmek istediklerini söyledi. Orhan Eren’in endişeyi sezerek ne olduğunu sorması üzerine, Celasun Paşanın “baksanıza adamlar Cumhurbaşkanını seçiyorlar,” demesi üzerine Orhan Eren’in “endişe etmeyin paşam seçemezler, 303’te olsa seçemezler” diyordu.(Gazeteci-Yazar Mehmet Ali Birant’ın hazırlayıp sunduğu 12 Eylül Belgesel’inde Orhan Eren görüntülü olarak anlatmıştır.)
Olayın Değerlendirilmesi:
Bu konuşmalardan dönemin TSK komuta kademesinin yapmış olduğu darbe planının akamete uğramaması için, Cumhurbaşkanının seçilmesini istemediği, siyasi istikrarsızlığı darbe yapmak için bir fırsat olarak gördüğü, asıl amacın her halükarda darbe yapmak olduğu sonucuna varılmaktadır.

1.10. MSP'nin Konya Mitingi
12 Eylül askeri darbesine gerekçe gösterilen olaylardan bir tanesi MSP’nin Konya mitingi idi. İsrail'in 23 Temmuz 1980 tarihinde Kudüs'ü, İsrail'in ebedi başkenti ilan etmesine tepki olmak üzere MSP tarafından 6 Eylül 1980 tarihinde Konya'da Kudüs mitingi düzenlenmesine karar verildi. Miting tertip komitesi üyesi MSP Konya senatörü Ahmet Remzi HATİP'in ve MSP Genel Başkan Yardımcısı Şener BATTAL'ın aksi yöndeki ikazlarına rağmen belirlenmiş sloganlar dışında Laiklik karşıtı slognlar bazı gruplar tarafından ısrarla dile getirildi. (3, s.91-92)
Yapılan mitingde provakatör grupların rolü olduğu iddia edildi. Bu konudaki açıklamalara bakıldığında: (3, s.92-99)
Bu konuda MHP Gençlik Kolları Başkanı Galip KÖSE beyanında "Okullarda olay çıkaran bir çok komünist kişileri konvoylarda gördük. Bu kişileri çeşitli sloganlarla ülküdaşlarımızı tahrik etmeleri, buna karşılık ülküdaşlarımızın bu tahriklere kapılmamaları bizleri sevindirmiştir." dedi.
MSP Genel sekreteri Oğuzhan ASİLTÜRK 7 Eylül 1980'de düzenlediği basın toplantısında "Bu muhteşem toplantıda hiçbir memleket evladının İstiklal Marşı söylenirken ne oturduğuna ne de slogan attığına kimse şahit olmamıştır." diyerek MSP'nin suçlanamayacağını belirtti.
Dönemin Başbakanı Süleyman DEMİREL 1987 yılında yasakların kalkması için yapılan referandum öncesi konuşmasında Konya Kudüs mitinginden bahsederek "Her askeri müdahale öncesi irtica ve laiklik çiğneniyor gerekçesi vardır. 1980 dahil. 6 Eylül 1980 tarihinde yapılan Konya mitinginde suç bulunmadığına göre doğru mu yapılıyor? Dönüyorum, geliyorum bu miting 12 Eylül 1980'de çıkarılan ihtilal beyannamesinde ihtilal gerekçesi olarak gösteriliyor..." diyordu.
8 Eylül 1980'de ise AP Konya İl Başkanı Adnan AĞIRBAŞLI açıklamasında; olayların arkasında Marksist lisan ile konuşanların olduğunu, bugüne dek Konya'da görülmeyen kişilerin olaylara karıştığını iddia etmişti.
Dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet KEÇECİLER ise 21 Mart 2006'da verdiği demeçte; Necmettin ERBAKAN'ı ihtilalin geldiğine inandıramadığını belirterek, miting öncesinde ve esnasında yaşananları şu şekilde anlatıyordu: "...Erbakan Hoca 'Konya'da Kudüs'ü kurtarma mitingi yapalım' dedi... İlk başta beni tertip komitesi başkanı yapmak istediler. 'Ben bu mitinge karşıyım' diyerek kabul etmedim... Hocayla meclisteki randevuma gittiğimde, Başkanlık Divanı toplantısı vardı. Grup odasındaki toplantı masasında Oğuzhan ASİLTÜRK, Şevket KAZAN, Süleyman Arif EMRE, Recai KUTAN ilk gözüme çarpanlardı. 'Hocam dedim 6 Eylül'de Konya'da yapacağımız mitingin hiç faydası yok. Miting yapmakla Kudüs kurtulmaz. Kudüs'ü kurtarmak için asker yazacaksanız beni bir numaraya yazın. Öğrendiğim kadarıyla Askeri Şura'da ihtilal kararı verilmiş vaziyette. Bu miting ihtilalin sebeplerinden birisi haline getirilir. Hepimizin, bütün partililerin başı derde girer'... Neyse miting yapıyoruz. Erbakan mikrofonu alıp, İstiklal Marşı için bizzat ses verdi. Hep bir ağızdan söylenirken baktım, en önde bazı adamlar ayağa kalkmıyor. Kimin veya kimlerin yaptığını hala bilmiyorum, oturanların hepsi Konya'nın meşhur delileriydi. Mustafa'dan İsmail'e Selahattin'e kadar ne kadar delimiz varsa hepsinin salıvermişler sokağa. Üzerlerine yeşil kaftanlar, başlarında yeşil sarıklar, boyunlarında koca Mevlana tesbihleri. Dışarıdan gelen gazeteciler haklı olarak bunları normal adam zannetti. Ertesi gün Hoca MSP, ben de belediye adına dilekçe verdik Savcılığa ve Valiliğe. İstiklal Marşı okunurken oturanlardan şikayetçiyiz diye..."
6 Eylül 1980'deki Konya mitingi askeri darbenin liderleri tarafından ise "bardağı taşıran son damla" olarak görülmüştür. Askeri darbenin lideri şüpheli Kenan EVREN 16 Eylül'de yaptığı ilk basın toplantısında mitingden şu şekilde bahsediyordu: "Konya olayları gericiliğin ne boyutlara ulaştığını göstermiştir. Milletimizin bu olay karşısında gözleri açılmış, tehlikeyi bütün boyutlarıyla görmüştür." Darbenin planlayıcılarından Haydar SALTIK ise 29 Ekim 1980'de yaptığı basın toplantısında bu konuda: "Konya mitingi 12 Eylül'e gelinmesinde bardağı taşıran son damla olmuştur." şeklinde açıklama yaptı.
Askeri darbe sonrası Konya mitingiyle alakalı yargılananların tümü beraat etti.
12 Eylül askeri darbesinin işaretlerinden biri de Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan EVREN'in 30 Ağustos günü Zafer Bayramı nedeniyle vermiş olduğu mesajlardı. EVREN Türk Silahlı Kuvvetlerine verdiği mesajda, "...Aziz arkadaşlarım. Sizler de bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak şuna inanız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır..." , "...Ve siz onların hepsini bir anda yok edecek güçtesiniz. Asıl, sesizliğimizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler, nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek acı şekilde göreceklerdir." diyordu.
Olayın Değerlendirilmesi:
Bu olayda, İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmayan kişilerin, mitingi düzenleyen MSP’nin Genel Başkanı olan Erbakan’ın komutuyla söylettiği İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmamaları, olaydan sonra hem Erbakan hem de Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler tarafından yapılan şikayetlerden bir sonuç alınmaması ve bu kişilerin irtica görüntüleri veren abartılı kıyafetleri dikkate alındığında MSP’li olmadığı, benzer provakatif eylemler için hazırlanmış, yapılacak darbede gerekçe kullanılacak kişiler olduğu sonucuna varılmaktadır.


III.BÖLÜM


12 Eylül Öncesi Son ECEVİT ve DEMİREL Hükümetleri Dönemi

21/07/1977 tarihinde iktidara gelen Süleyman DEMİREL başkanlığındaki MSP ve MHP'den oluşan koalisyon hükümetinin (2. Milliyetçi Cephe Hükümeti) 31 Aralık 1977 tarihli oturumunda CHP tarafından verilen gensoru ile düşürülmesinin ardından, hükümeti kurma görevi Bülent ECEVİT'e verildi. CHP Genel Başkanı Bülent ECEVİT Adalet Partisinden ayrılan 11 bağımsız milletvekilinin desteği ile kurmuş olduğu 42. hükümet dönemi yokluklar dönemi olmuştu. Ülkede petrol bulunamıyor, Irak parasını alamadığı için boru hattını kapatıyordu. Yakıtı olmayan çiftçi üretimi durdurmuş, ekinler biçilemiyordu. Kıtlık tehlikesi nedeniyle ECEVİT hükümeti halkın gözünden düşmüştü.
Maliye Bakanı Ziya MÜEZZİNOĞLU'nun beyanlarına göre ülkenin dış temsilciliklerinin maaşlarının ödenmesinde zorluk çekiliyordu. Merkez Bankası'nın ödeme emirlerine uyulmuyor, zaman zaman Türkiye'nin gemilerine ya da Türk Hava Yollarının uçaklarına el konulmasından bahsediliyordu. Ödenmeyen dış borçlar nedeniyle ülkenin İsviçre'de tutulan resmi altın stoklarının haczedilme tehlikesine karşı önlem olarak bu altınlar gizlice Türkiye'ye getirildi. (4, s.93-94)
Ülkeye dış yardım gelebilmesi için Türkiye'nin IMF'nin (Uluslararası Para Fonu) şartlarını kabul etmesi isteniyordu. ECEVİT hükümeti bu şartları kabul etmedi.
Ülke Uluslararası tefecilere muhtaç duruma düştü. Türkiye silolarında bulunan bütün tarım ürünlerini 150.000.000 Dolarlık kredi karşılığı, Wells Fargo adlı Amerikan bankasına ipotek etmek zorunda kaldı. Bu durum ekmeğini topraktan kazanan ülke için manevi bir yıkım oldu. (4, s.96)
Bülent ECEVİT için en önemli destekçisi olan büyük çoğunluğa sahip DİSK başta olmak üzere sol grupların güvenini kaybetti.
Bunun sonucunda 14 Ekim 1979 tarihinde yapılan ara seçimleri kaybetti. Seçimlerin ardından Başbakan Bülent ECEVİT istifa etti.
Ecevit Hükümetinin istiifasından sonra Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK hükümet kurma görevini Süleyman DEMİREL'e verdi. Süleyman DEMİREL'in kurmuş olduğu 43. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti 25 Kasım 1979'da yapılan güven oylamasında güvenoyu alarak göreve başladı. Süleyman DEMİREL tarafından kurulan hükümet azınlık hükümeti idi.
Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman DEMİREL'in kurmuş olduğu hükümetin devraldığı o günün Türkiye'sinde ekonomi çöküntü içerisindeydi. Terör olayları ise günden güne tırmanıyordu.


IV.BÖLÜM


1. 12 Eylül 1980 Öncesi Darbe Yönetiminin Yaptığı Hazırlıklar ve Attığı Adımlar

1.1 Müdahale Fikrinin Ortaya Çıkışı
12 Eylül öncesi askeri müdahale fikri 1979 yılının Temmuz ayı içerisinde ordunun üst kademesinde açık açık konuşulmaya başlandı. Bu tarihlerde şüpheli Kenan EVREN kuvvet komutanlarıyla görüşmeler yaptı. Yaptığı görüşmeler sonucunda Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar SALTIK'tan bir çalışma grubu kurmasını istedi. Başkanlığını Haydar SALTIK'ın kurduğu 3 kişilik grupta iki de kurmay subay vardı.(5, s.77,79)
Haydar SALTIK'ın başında bulunduğu gizli grup 11 Eylül 1979 tarihinde çalışmaya başladı. Hazırladığı raporlarla komutanları yönlendirdi. Askeri müdahaleye karar verildikten sonra da bu grubun sayısının artırılmasıyla müdahale hazırlıklarına devam edildi. 21 Aralık 1979 tarihinde Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan EVREN, Kuvvet Komutanları, Harp Akademileri Komutanı, Ordu ve Kolordu Komutanlarının katılımlarıyla toplantılar yaptı. Bu toplantı süreçlerinin sonunda 26 Aralık 1979 tarihinde hükümetteki parti liderleriyle diğer siyasi parti liderlerine uyarı mektubu verilmesi yönünde karar alındı. (5, s.80,81)

1.2 Uyarı Mektubunun Verilmesi
27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK aracılığıyla Başbakan ve diğer siyasi parti liderlerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral şüpheli Kenan EVREN, kendisinin ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin ERSİN, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend ULUSU, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin ŞAHİNKAYA ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat CELASUN’un imzalarını taşıyan ve ülkede yaşanan siyasi ve sosyal çalkantılar karşısında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşünü içeren bir uyarı mektubunu, takdim yazısı ile Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK’e teslim etti.
Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK, 2 Ocak 1980 tarihinde, Başbakan ve Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman DEMİREL ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Bülent ECEVİT’i Çankaya Köşküne birlikte davet ederek, iki lidere, kendisine sunulan "Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü" başlıklı uyarı mektubunun örneğini verdi.
Cumhurbaşkanı KORUTÜRK, uyarı mektubunun bir örneğini aynı tarihte Millet Meclisi Başkanı Cahit KARAKAŞ, Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri ÇAĞLAYANGİL, Cumhuriyet Senatosu Milli Birlik Grubu Başkanı Fahri ÖZDİLEK, Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Grubu Başkanı Zeyyat BAYKARA ile Milli Selamet Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan TÜRKEŞ, Cumhuriyetçi Güven Partisi Genel Başkanı Turhan FEYZİOĞLU ve Demokratik Parti Genel Başkan Vekili Faruk SÜKAN’a da gönderdi.(3, s.103)
Mektupta Cumhurbaşkanına sunulan takdim yazısı şu şekilde idi:
" Sayın Cumhurbaşkanım,
Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda Devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması, halkın mal ve can güvenliğinin temini için; anarşi, terör ve bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejim içerisinde anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluk olarak görülmektedir.
Milli Güvenlik Kurulunun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götürülemediği yüksek malumlarıdır.
Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutam seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde süratle bir sonuca ulaşabilmek için gerekli tedbirlerin müştereken tespiti amacı ile tüm anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere daha uyarılması bütün komutanlarca müştereken dile getirildi.
Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak zatıalilerine sunuyorum.
Gereğini yüksek takdirlerine arz ederim.
Saygılarımla. "
Siyasi parti liderlerine verilmesi istenenen bölümü ise:
"Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü
Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için; Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Kahramanmaraş olaylarınn yıldönümünde henüz ilk ve orta-öğretim çağındaki evlatlarımızın örgütlü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir.
Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak İstiklal Marşımız yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır.
İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine; polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşların birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri; ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına bir çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı guruplara tavizler veren ve kısır siyasi çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarım sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir.
Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İçte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar.
Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin Yüce Meclislerimizde en kısa zamanda kararlaştırılması bugünkü ortam içinde hayati bir önem taşımaktadır.
Diğer yandan Meclislerin açılışından birbuçuk ay sonra komisyonların ancak teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konuların müzakere için bugüne kadar müşterek bir gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir. Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın; iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar diğer siyasi partilerimizin de görevleri arasındadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri; İç Hizmet Yasası ile kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi Devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir." şeklindedir.
Anayasal demokratik sistem içerisinde sivil otoriteye bağlı ve onun emrinde olan Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun komuta kademesinin içerisinde bağlı oldukları Başbakanın da bulunduğu siyasi parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta kullandığı, "Türk Silahlı Kuvvetleri;... uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir." şeklinde üstelikte mektubun devamında Cumhuriyet tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanununu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim açısından tehdittir.

1.3. Bayrak Harekat Direktifinin (Planı) Sıkıyönetim Komutanlarına Gönderilmesi
Askeri darbe planı hazırlıklarını tamamlayan Orgeneral Haydar SALTIK 4 Haziran 1980 tarihinde Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan EVREN'e planı sundu. "Bayrak Harekatı" adı verilen planı inceleyen EVREN 17 Haziran 1980 tarihinde yapılan 6. Sıkıyönetim toplantısından sonra Genelkurmay Karargahında Kuvvet Komutanları, Sıkıyönetim Komutanları ve 2. Başkanın katılımıyla yapılan toplantıda planla ilgili bilgi verilerek önerileri alındı. (5, s.89,90)
1 Temmuz 1980 tarihinde komuta kademesince yapılan toplantıda askeri darbe günü olarak 11 veya 12 Temmuz belirlendi. Bu tarihlerin askeri müdahale günü olarak belirlenmesinin iki nedeni vardı. Bunlardan ilki, CHP ve MHP tarafından 3 Temmuz'da hükümeti düşürmek için gensoru verilecekti. Zaten anarşi ve ekonomik nedenlerle kaosa sürüklenmiş ülkede hükümetin düştüğü bir ortamda yapılan darbe tepki çekmeyecekti. İkincisi ise 8-10 Temmuz tarihleri arasında devlet borçlarının 3 yıl ertelenmesi için Paris'te yapılacak toplantı önem arz etmekteydi. Yapılan askeri darbe borç ertelenmesini engelleyebilir, bunun sonucunda da kötü olan ekonomide borç ödeme sıkıntısıyla karşılaşılabilirdi. Alınan karara göre 3 Temmuz 1980 tarihinde özel kuryeler vasıtasıyla Bayrak Harekat Planı Sıkıyönetim Komutanlıklarına ulaştırıldı. (5, s.91)

1.4. Bayrak Harekat Direktifinin (Planı) Geri Toplatılması
3 Temmuz 1980 tarihinde DEMİREL hükümeti hakkında güven oylaması yapıldı. Yapılan oylamada beklenenin aksine ERBAKAN’ın son anda fikir değiştirerek hükümete destek vermesi nedeniyle, hükümet tekrar güvenoyu aldı. Paris'te yapılan borç erteleme toplantısı ise 22 Temmuz'a ertelenmişti. (5, s.92)
Bu iki gelişmeden özellikle hükümetin güvenoyu alması sonucu komuta heyeti güvenoyu almış bir hükümete karşı darbe yapmış konumuna düşmemek hem de borç ertelemesinin de gerçekleşmemesi nedeniyle harekat emri 4-7 Ağustos arası geri toplatıldı. (5, s.92)
Ağustos 1980 tarihinde yapılan askeri şurada görev süresi dolan Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent ULUSU'nun yerine Nejat TÜMER atandı. Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin ŞAHİNKAYA'nın ise dolan görev süresi 1 yıl uzatıldı. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar SALTIK Ege Ordu Komutanlığına atandı. Yerine ise Orgeneral Nejdet ÖZTORUN getirildi. Böylece askeri darbenin komuta kademesi şekillenmiş oldu. (4, s.124)

1.5 Bayrak Harekat Direktifinin (Planı) İkinci Defa Sıkıyönetim Komutanlarına Gönderilmesi
Komuta kademesi tarafından 26 Ağustos 1980 günü yapılan toplantıda harekatla ilgili son kontroller yapıldı. İkinci kez harekat zamanı olarak 12 Eylül 1980 Cuma günü belirlendi. Aynı toplantıda askeri darbe sonrası yasama görevini Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşacak Milli Güvenlik Konseyinin yapmasına karar verildi. Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğine ise Orgeneral Haydar SALTIK atandı. Bayrak Harekat Planı Sıkıyönetim Komutanlarına tekrar 28,31 Ağustos günleri ile 1,2,3,4 Eylül günlerinde kuryelerle gönderildi. (5, s.93-94)
Askeri Harekatın tarih ve saati belli olmasına rağmen planda gizli tutularak zamanı "G" günü, "S" saati olarak kodlanmıştı. 5 Eylül 1980 günü Genelkurmay Başkanlığından çıkan özel kuryeler harekat tarih ve saatinin 12 Eylül saat 04:00 olduğunu belirten emrin bulunduğu zarflarla Türkiye'nin dört bir yanına hareket ettiler. (4, s.129-130) Artık geri sayım başlamıştı.
12 Eylül Askeri yönetiminin işini kolaylaştıran gelişmelerden biri de 5 Eylül 1980 günü Dışişleri Bakanı Hayrettin ERKMEN'in gensoruyla Bakanlıktan düşürülmüş olmasıydı. Dışişleri Bakanı İsrail'in Kudüs'ü ebedi başkent ilan etmesiyle ilgili yeterli tepkiyi vermemekle suçlanmıştı. Verilen gensorunun kabul edilmesiyle Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Dışişleri Bakanı gensoruyla düşürülmüş oldu. (5, s.94)


V.BÖLÜM


1.12 Eylül Askeri Darbesi ve Sonrası

Beklenen günün gelmesi ile 12 Eylül 1980 günü saat 03:59'da, Türkiye radyoları (TRT) İstiklal Marşı'nın çalınmasıyla birlikte yayına başladı. Daha sonra Harbiye Marşı'nın çalınmasıyla Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisi okunmaya başlandı. Bildiri şöyleydi:
"Yüce Türk Milleti;
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir.
Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür.
Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.
Aziz Türk Milleti:
İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.
Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır.
Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.
Bu kollama ve koruma harekatı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00’deki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükunet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim." (Resmi Gazetenin 12 Eylül 1980 tarihli 17103 sayılı mükerrer sayısı)
Bildiriyle birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri emir-komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine bütünüyle el koyarak, parlamento ve hükümeti fesh etti. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildi. Yurtdışına çıkışlar yasaklandı.
Aynı gün saat 13:00'te şüpheli Kenan EVREN Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı sıfatıyla radyo ve televizyondan "Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan EVREN'in Açıklaması" başlıklı konuşmasında ülke yönetimine neden el koyduklarını anlatıyordu. (Aynı tarihli ve sayılı Resmi Gazete)
İki numaralı bildiride Sıkıyönetim Komutanlıklarına kimlerin atandığı, sıkıyönetim komutanlarının lüzum görecekleri her türlü tertip ve tedbiri almaya yetkili kılındıkları ve Sıkıyönetim Komutanlıklarının aldığı ve alacağı kararlara, tedbirlere ve yayınlanacak bildirilere uyulacağını belirtiyordu. 3 numaralı bildiride gıda ve sağlıkla ilgili tedbirlerden bahsedildi. (Aynı tarihli ve sayılı Resmi Gazete)
4 numaralı bildiride Milli Güvenlik Konseyinin, başkan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan EVREN, üyeler ise Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin ERSİN, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin ŞAHİNKAYA, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat TÜMER, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat CELASUN'dan oluştuğu, Milli Güvenlik Konseyi sekreterliğine ise Orgeneral Haydar SALTIK'ın atandığı belirtiliyordu. (Aynı tarihli ve sayılı Resmi Gazete)
Ayrıca Milli Güvenlik Konseyi çıkardığı 12/12/1980 tarihli ve 2356 Sayılı Milli Güvenlik Konseyi Hakkındaki Kanunun 1. maddesindeki “Milli Güvenlik Konseyi; Devlet ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, üyeleri; Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan teşekkül eder.” şeklindeki düzenleme ile Milli Güvenlik Konseyinin oluşumuna yer verildi.2324 Sayılı ve 27/10/1980 tarihli Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2.maddesindeki “Anayasada Türkiye Büyük Millet Meclisine, Millet Meclisine ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak Milli Güvenlik Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır.” şeklindeki düzenlemelerle Türkiye Büyük Millet Meclisine, Cumhuriyet Senatosuna ve Cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konuldu.
Milli Güvenlik Konseyinin 5 numaralı bildirisinde, ulaşım ve haberleşme ile ilgili tedbirlere yer verildi. 6 numaralı bildiride Türk Silahlı Kuvvetlerine bir mesaj yayınlandı. 7 numaralı bildiriyle siyasi parti faaliyetleri yasaklandı, DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durduruldu. Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç diğer bütün derneklerin faaliyetleri durduruldu. Bir kısım diğer tedbirlere yer verildi. 8 numaralı bildiride kamu kuruluşlarıyla kitlerde ve özerk devlet kuruluşlarında çalışan görevlilerin emeklilik, istifa ve işten ayrılmaları ikinci bir emre kadar durduruldu. 9 numaralı bildiriyle Emniyet Genel Müdürlüğü tüm teşkilatı ile birlikte 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren Jandarma Genel Komutanlığının emrine verildi. Emniyet Genel Müdürlüğüne Korgeneral Hayrettin TOLUNAY atandı. (Aynı tarihli ve sayılı Resmi Gazete)
12 Eylül askeri yönetimince bu şekilde ülkenin tamamı denetim ve kontrol altına alındı.
12 Eylül 1980 tarihinde darbenin arkasından siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmıştı. 16 Ekim 1981 tarihinde çıkarılan 2533 sayılı kanunla başta Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olmak üzere bütün partiler kapatılarak siyasi partiler ve yan kuruluşlarının taşınır taşınmaz bütün malları hazineye devredildi. (16/10/1981 tarihli 17486 mükerrer sayılı resmi gazete)
02/06/1981 tarihinde 52 sayılı Milli Güvenlik Konseyi kararıyla 11 Eylül 1980 tarihinde parlamento üyesi bulunan siyasi parti mensupları ile her kademede siyasi parti yöneticisi ve mensuplarının Türkiye'nin geçmiş veya gelecek siyasi veya hukuki yapısıyla ilgili olarak anlayışları doğrultusunda sözlü veya yazılı beyanda bulunmaları veya makale yazmaları ve bu amaçla toplantı yapmaları, sıkıyönetim uygulamalarına ilişkin olarak Sıkıyönetim Komutanlıklarının koyduğu yasakların ve aldığı kararların herhangi bir şekilde tartışılması yasaklandı. Yasaklara uymayanlar hakkında fiilleri başka bir suç oluştursa bile ayrıca 1402 sayılı Sıkıyönetim kanunu 16. maddesi uyarınca işlem yapılacağına ilişkin hüküm getirildi. (05/06/1981 tarihli 17361 sayılı resmi gazete)
Askeri darbeden sonra Türkiye 13 Sıkıyönetim bölgesine ayrılarak, başlarına atanan Sıkıyönetim Komutanları Genelkurmay Başkanlığına bağlandı.
Askeri darbenin liderlerine göre, basın tek ses tek yürek olmalı. 12 Eylül'le ilgili haberleri vermeliydi. Yönetimin istemediği hususlar haber yapıldığında gazeteler kapatılıyordu. Komutanlar basın kuruluşlarını ziyaret ediyorlar, 12 Eylül'ün gerekliliğini anlatıyorlardı. Ancak bu tartışma şeklinde değil, tebligat manasındaydı. Onların konuşması sırasında başkasının söz hakkı yoktu. (4, s.162-163)
O dönemin gazetecilerinden Nadir Nadi gazeteler üzerindeki baskılarla ilgili şüpheli Kenan Evren'le görüşmesiyle ilgili şunları anlatıyordu: "Bari her gazeteye bir albay atayın. O ne yapacağımızı söylesin" diye sitem ettiğinde Orgeneral Haydar Saltık, "Gerekirse bunu da yaparız, cesaretinizi frenlemek için" cevabını veriyordu. (4, s.163)
12 Eylül döneminde sıkıyönetim yasaklarından bunalan gazeteler, çözümü magazin haberlerini yer vermekte buldu. Siyasi, ekonomik, sosyal gelişmeler hakkında yazmak hemen hemen ihtimal dışı idi. Bu süreçte asparagas ve erotik ağırlıklı yeni gazeteler türedi. Bu gazetelerin trajları milyonlara ulaşıyordu. (4, s.164)
14 Eylül 1980 günü TRT'ye gönderilen yapılacak yayınlarla ilgili emirlerden bazıları şunlardı (4, s.165):
"- Milli Güvenlik Konseyi ve sıkıyönetime karşı haberler verilmeyecektir.
- Aksi belirtilmedikçe MGK bildirileri günde üç defa, sıkıyönetim bildirileri de iki defa yayınlanacaktır.
- 12 Eylül müdahalesiyle ilgili halkla röportajlar yapılacak, daha ziyade orta yaşlılarla konuşulacaktır. Röportaj yayına girmeden önce de tasvip alınacaktır."
Bu şekilde toplum üzerinde kurulan baskı ve aleyhe yayın yasaklarıyla düşünce hürriyeti tamamen ortadan kaldırılıyor, gazetelerin ve televizyonun hangi haberleri yazıp hangisini yazamayacaklarına MGK karar veriyordu.
Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim kanuna dayanılarak hiçbir yargı kararı olmadan 30.000 memurun görevine son verildi. 7233 memur bölgelerinin dışına gönderildi. 300.000 kişiye sakıncalı oldukları gerekçesiyle pasaport verilmedi. Pasaport verilmeyenler içerisinde Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su da vardı. Kanser hastalığına yakalanan Ruhi Su pasaport verilmediği için tedavi olamadı ve yaşamını yitirdi. 12 Eylül yönetimi tarafından yurtdışına kaçan 14.000 kişi vatan haini oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı. (4, s.171, 173)


VI.BÖLÜM


1.Askeri Darbe Yönetimince Gözaltında ve Cezaevlerinde İşkencelere Dair İşkence Mağdurlarının Beyanları

Bu bölümde darbeyle birlikte gözaltına alınanların gözaltında ve cezaevlerinde maruz kaldıkları işkence iddialarına yer verilecektir:(3, s.165-215)
Muhsin YAZICIOĞLU (Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı)(Gazeteci Nuriye Akman’a verdiği röportajdan alınmıştır):
"Şubat ayının sonuna kadar teslim olmadım... Teslim ol çağrıları yapıldı, Kızılay'da bir büroda kalıyordum. Bir gün kapım çalındı.Ben ‘üzerimi giyiyorum’ diye seslenince ‘namahrem misin ya!’ diye bağırarak kapıyı kırdılar. Zeki KAMAN adlı bir komiser, ‘YAZICIOĞLU nasıl bulduk seni’ dedi. Kapının önüne çıktık. Her taraf sarılmış. Arabanın oraya geldiğimde, bir kaç taraftan vurdular. Arabada darp yapmak istediler, karşı koydum. Dürüst OKTAY adlı başkomiser, ‘Dokunmayın biz teslim ettikten sonra ne yaparlarsa yapsınlar’ dedi. Atatürk Öğrenci Yurdunun önünde gözümü bağlayıp ellerimi kelepçelediler. Başka bir ekibe devrettiler. Ama gerçekten devir miydi, yoksa o süsü mü verdiler anlayamadım. Bir nizamiyeden geçtiğimi anlıyorum. Kolumdan tutarak indirdiler, daha orada sağımdan, solumdan ve arkamdan tekme atmaya başladılar.’
" ...'Kolumu bırakın' diye direndim. Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırt üstü yatırıldım ve ipe bağlandım. O zamanki Ülkü Ocakları, MHP Gençlik Kollarında görev yapmış ama henüz yakalanmamış kişileri soruyorlar."
"Beni yatırır yatırmaz serçe ve ayak parmaklarımdan devreyi tamamlayacak şekilde cereyana verdiler. Bundan çok etkilenmedim. Sonra bütün çamaşırlarımı çıkarttılar. O zaman haya duygusuyla direnmeye başladım ve orada ilk hatayı yaptım. Çünkü yapılandan etkilenmiş olduğumu anladılar."
"Kollarım açık olarak üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar. T şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvumdan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım."
"Polis ve askerlerden oluşan bir tim olduğu kanaatindeyim. Zaten Askeri Savcıların kontrolünde, askeri bir ortamda yapılıyor. Sonra beni askıdan indirip bir demir parmaklığa götürdüler. Bileklerimden panele kelepçelediler. Yan oda da sorgulama yapılıyor, işkence sesleri geliyor. Orada herkese komutanım demek zorundayız."
"Bizim adımız da 'Lan'. Bir ara omuzuma bir ot yastık kondu... Anladım ki yastık da işkencenin bir parçası. Yemek yok, su içmek yasak... Bir de cereyana verildiğimiz için vücut susuz kalıyor, ani bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş. Bazı arkadaşlarımızın tuvalet ihtiyacı için gittiğimde, oraya buraya dökülmüş sulardan eliyle alıp yaladıklarını biliyoruz. Bizi soyundurdukları zaman, üzerimizden bir kova su dökülüyor. Vücudumuzda elektrik akımı gezdirildiğinde o su her tarafımızı birden etkiliyor. Ayaklarımızın altına falaka vuruldu. Bir arkadaşımız, araba lastiğinin içinde sıkıştırılarak döndürüldü. Yüzlerce arkadaşım işkenceyi benden çok daha ağır yaşadı."
"(Hücrede) Hep sandalyeye bağlı oturuluyoruz. Hiç yatmadık 20 gün. Sonra, Haluk KIRCI ile Savcının önünde karşı karşıya geldik, gözlerimiz açık. Beni görür görmez, 'Abi özür diliyorum. Bana ısrarla ifadende Muhsin YAZICIOĞLU'na yer vereceksin dediler. Nasıl olsa yakalanmamıştır, sırf oradan bir an evvel çıkayım diye bunları söyledim.' dedi. (Haluk KIRCI'nın işkenceyle Bahçelievler cinayetine Muhsin YAZICIOĞLU'nun adının karıştırılması yönünde ifadesinin alınmasından bahsediyor.)"
"Mamak cezaevinde kafes diye bir yer var. üç tarafı demir parmaklıklarla çevrili. Biz de girdik o kafese. Her hareket için izin almak zorundasınız. İzinsiz oturduğunuz için coplanıyorsunuz. İster bir kişi ol, ister yirmi kişi belli saatlerde kalk, rahat, hazır ol, yerinde say, uygun adım marş. Kafesin içinde dört dönüyorsunuz. Ayağını şaşırttın, 'Gell bakayım' dayak. 'Niye gözüme baktın? Tavana bakacaksın?' dayak. Solcular da Ülkücüler de aynı kafeste. Konuşmak yasak. Kesinlikle sağına soluna bakamıyorsun. Sadece önüne bakacaksın. Çağrıldığın zaman tavana bakarak gideceksin."
"... (Kafeste) İzmir Marşı, Eskişehir Marşı, saat 16:00'da İstiklal Marşı söylettiriliyor. Tuvalet ihtiyacınız oldu, uygun adım marşla gidiyorsunuz. Ben bunu yaşamamak için hiç tuvalete gitmek istemedim. Sonra koğuşa gönderildim... Nöbetleşe karavana almaya gidiliyor. Orada sorular soruluyor. Cevap veremeyenler ve bağırarak söylemeyenler dayak yiyor. Zemin bir iki üç diye bir koğuş var Mamak'ta. Orada kalanlardan birinde tetanoz çıktı. Birine verem teşhisi kondu. Dilekçeleri yazdırıyorlar. Diyorlar ki: 'Bu koğuş sağlıksızdır, kapatılsın.' hiç cevap verilmiyor... Cezaevi içinde Avrupa'dan gelen İnsan Hakları Komitesi dolaşıyor. Ülkücüler 'Kendi devletimizi yabancı birisine şikayet etmeyiz' diyorlar. 'İşkence oldu mu?' deyince, 'Türk Devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuzdur.' diye milli bir duyarlılıkla konuşuyorlar."
"Yabancılara şikayeti onurumuza yediremiyoruz. Bu milli gururumuzu incitiyor. Uzun süre şikayet etmemekte direndik. Ama bir gün İnsan Hakları Komitesi koridordan geçerken bizim çocuklardan biri Almanca olarak 'Zemin bir iki üçü kontrol edin.' diye bağırdı. Heyet duruyor, kapıyı açtırıyor. O koğuşa giriyorlar, sadece bir kokluyorlar ve diyorlar ki: 'Bu koğuşta insan yaşayamaz, kapatılsın.' 45 dakikada koğuş kapatıldı. Ondan sonra başka bir psikolojiye kapıldık. Yani kendi devletimize, hukuku koruması için yaptığımız müracaatlara cevap verilmiyor, ama dışarıdan biri geliyor ve bunu kapattırıyor... Biz yine de ailelerimize işkence gördüğümüzü söylemedik."
"Aileleriyle ellerini arkada tutarak görüşüyordu arkadaşlarımız, şişlikleri görmesinler diye. Ben hiç ailemi ziyarete istemedim.Sadece açık görüşte, bayramlarda benim ailem geldi."
"Hayır, yedi buçuk sene kaldım içerde. Zeki KAMAN, beni ilk yakalayan komiser haber gönderdi, 'Kesinlikle ben işkence yapmadım. Dürüst OKTAY yaptı.' diye. Dürüst OKTAY haber gönderdi bazı kişilerle, 'Ben yapmadım Zeki KAMAN'lar yaptı.' diye ikisi de birbirini suçladılar. Sonra Zeki KAMAN gece rüyasına girdiğimi, çocuklarını okula gönderemediğini, korktuğunu, kesinlikle ilgisinin olmadığını söyledi. Ben de 'Biz hukuk dışında asla bir şey düşünmeyiz. Çocuklarına yönelik en küçük bir kaygı içerisinde bulunmamalıdır. Çocukları okullarına gitsin.' diye haber gönderdim. Ama herhalde vicdanı çok rahat etmedi, bir trafik kazasında çok ciddi şekilde ağır yaralandı. Arkasından da vefat ettiğini duydum." (İşkence yapanlarla hesaplaştınız mı sorusu üzerine)
"Ben Savcılığa başvurdum. Mahkemeye gelen doktor raporlarında kafamda bir yarık, parmağımda yanık izi, ayak tırnağımın deforme olduğu, kollarımın altında omzumda çürümelerin olduğu yazılmış. Ama mahkeme bunların işkenceden dolayı bir iz olduklarına dair delile rastlanmamıştır diyor. O zamanki Savcı Nurettin SOYER'in, işkence sırasında yüzünü gördüğümü, gözlerim bağlı iken ayakkabası ve pantalonunu gördüğümü ifade ettim. 'Peki bunu delillendirebilir misin' diyorlar. Ben kiminle delillendireyim."
"... 79'da Ankara Emniyetine götürülürken kapının önünde benim kolumdan tuttu bir polis, dedim ki, 'Benim kolumdan tutma. Ben Türk gençliğini temsil ediyorum. Hırsız değilim, terörist değilim, vatan haini değilim.' o zaman bir komiser dedi ki: 'Bırak kardeşim dokunma, zaten bıraksan da kaçmaz.' asansöre bindim aynı polisle, yukarı çıkıyoruz. 'Sen kolundan tutulamaz adam mısın?' dedi. Hiç seslenmedim, gözüne baktım sadece, 'Bakma gözüme' dedi. Sonra da geldi bir başka görevli, 'Dokunma kardeşim, sen buraya kadar getirirsin, buraya teslim ettiğine göre seni ilgilendirmez.' dedi. 12 Eylül'den sonra C-5'teyim. Birden bire mideme güm güm vuruldu. Bütün organlarım ağzımdan çıktı zannettim. Sonra dedi ki vuran: 'Bir zamanlar kolundan tutulamazdı.' "

Nimet TANRIKULU:
"(Gözaltı) 1981'in 4 Mayıs'ı, sabaha karşı geldiler. Çok kalabalıklardı. Babam kapıyı açtı, beni sordular. Babam 'Evde yok' dedi. 'O zaman sen bizimle geleceksin' dediler. Babam hızlı hızlı giyindi, bütün konuşmaları duyuyordum. O arada polislerden biri odama girerek 'Adın ne?' dedi. 'Nimet' deyince hepsi birden içeri daldılar. Bana hakaret etmeye başladılar, evin içinde bir telaş vardı. Annem ve kız kardeşlerim ağlıyordu. Tipleri ve davranışları çok ürkütücüydü. Beni beşinci kattan merdivenden ite kalka indirdiler. Sonra bir polis merkezine götürdüler. Buranın Gayrettepe olduğunu sorgu anında öğrendim. Üzerimdeki kemer, ayakkabı bağı gibi şeyleri çıkarmamı söyleyip, beni aynalı bir odaya aldılar. Babacan görünen polis beni sorguya çekmeye başladı. Randevularımı soruyordu. 'Sabah dokuzda dershaneye gidecektim.' cevabıma çok tepki gösterdiler, itip kakmaya başladılar... Sonra başka bir yere götürüp gözlerimi bağladılar. Gözlerimi bağlamadan önce oradaki kalasları, ipleri, manyetoyu gördüm. Beni askıya bağlayıp, yukarıya doğru çektiler. Bu Filistin Askısıymış. hiç ilgimin olmadığı şeyleri soruyorlardı. Askıdayken elektrik verdiler."
"Bedenime dokunmaları bana çok korkunç geldi. Üstümü çıkarmaya çalıştılar. Epey bir itiş kakış oldu. İşkence sırasında benden bekledikleri tavrı göremiyorlardı. 'Tiyatrocu karı' diye bağırıyorlardı. Konuşmuyorum ya, rol yapıyorum sandılar. İşkencenin ne olduğunu yaşayınca daha iyi anlıyorsun. Sonra beni karanlık bir odaya koydular, orada benim gibi sorgudan geçmiş, işkenceden kafası gözü yarılmış, ayakları şiş insanlar vardı. Kafamı kaldırdığımda kolu kelepçeyle kaloriferin demirine bağlı, bir battaniyenin üzerinde oturan genç bir adam gördüm. Bu genç adam yakalanırken kurşun yarası almış. Bağırsakları bir poşetin içinde duruyordu. Hastanede olması gereken bu kişi orada, işkencehanedeydi ve o orada sürekli işkence çığlıkları dinliyordu. Orada içinizi ister istemez bir korku kaplıyor. 'Kimse korkmadım' demesin. İşte böyle geçen kırk beş gün..."
"Saatlerce meydan dayağından geçtik. Beş saat sürekli dayak yediğimi hatırlıyorum, artık baygın yatıyorsunuz... Sorgu seansları dışında da her geçen tekme atıp, sürüklüyor. Ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. Ölümüne tanık olduğum insanlar oldu orada. Nurettin YEDİGÖL bunlardan biri. Sonradan öğrendiğime göre cesedini yok etmişler. Bugün adı 'kayıplar listesi'nde. Sorguda kafasına çivi çakılarak öldürüldü. Meşhur 'bambulu oda' dediğimiz bir oda vardı. Orada biri çırılçıplak vaziyette oturuyordu. Kendinde değildi... Onun görüntüsü hala belleğimde capcanlı durur. Sonra Metris Cezaevine götürüldüm."
"(Metris'te) Kaldığımız yerde siyasi davadan tutuklanmış çok sayıda kadın vardı. Herkes ağır işkencelerden geçmişti. Metris'te bazı tartaklamalar dışında fiziki şiddeti çok yaşamadık. Ama, komutanların ve gardiyanların hitapları, davranışları kötüydü. Sağlıksız koşullarda kalıyorduk. Cezaevine gittiğimde ciddi sağlık sorunları yaşıyordum. Sorguda çenem çıkmış, sol kolumda kısmi bir güç kaybı vardı. Saçımın büyük bir kısmını kaybetmiştim. Daha sonra saçlarımın bir kısmı yerlerine gelmedi. Çenem ve kolum için doktor talebinde bulunduğumda beni Askeri Hastaneye götürdüler. Orada sadece bir ağrı kesici verdiler. İşkence kayıtlara geçmesin diye doktor raporu vermediler."
"12 Eylül döneminde doktorların işkencelere bizzat katıldığı, işkence mağdurlarına rapor vermediği üzerinde hiç durulmadı. Gözaltına alındığım davadan beş yıl yargılandım, sonuçta beraat ettim. Eve gelince kendimi çok yalnız hissettim. 'Geride bıraktığım insanlar hala işkence görüyorlar ve biz hiçbir şey yapamıyoruz' duygusunu çok ağır yaşadım."
"Ankara Mamak Askeri Cezaevinde C-5 adı verilen bir baraka Ülkücüler için özel sorgulama yeri olarak kullanılıyordu. Sıkıyönetim Savcısı Nurettin SOYER, Pol-der'li polislerden oluşturduğu, aralarında Zeki KAMAN ve Dürüst OKTAY gibi işkencecilerin bulunduğu bir ekiple, C-5 isimli bu barakada MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanıklarına akla hayale gelmeyecek işkenceleri, kendisi de bizzat yapıyordu. Sanıklar ısıtılmış çelik dolaplarda Filistin askısına asılıyor, çırılçıplak soyulup, elektrik veriliyor, her çeşit işkence vücutlarında deneniyordu."
"Bu işkencelerin bazıları sanıkların anaları, babaları, eşleri, kız kardeşleri, ağabeyleri, çocuklarının önünde yapılarak tehditte bulunuluyordu. Milliyetçi Hareket Partisi avukatlarının doktor raporlarıyla belgelettikleri işkence raporları, zabıtlara geçmesine rağmen, mahkeme tarafından dikkate alınmıyordu. Orhan ÇAKIROĞLU, Yılma DURAK, Mustafa DİKİCİ, Aydın ESİ, Nuri DEMİRYÜREK ve Celal ADAN gibi pek çok mağdur kendilerine yapılan işkenceleri raporla teyit ettirmişlerdi."
"Ankara'da Bekir BAĞ, Malatya'da Aydın DEMİRKOL ve Mehmet KAZGAN, tutuklu bulundukları sırada ağır işkencelere dayanamayarak hayatlarını kaybetmişlerdi. Yakalanan her Ülkücü, Mamak Garnizonunu içinde bulunan ve C-5 adı verilen binaya götürülüyordu. Dayak binanın önüne gelindiğinde başlıyordu. 'Burada ne işin var lan' kelimelerini, cop darbeleri, tekmeler, yumruklar izliyordu. Daha sonra bir tahtanın üzerine yatırılıp, gözler bağlı olarak 'falakalı sorgu' başlatılıyordu. İlk kırıklar ve çıkıklar genelde burada başlıyordu, bu kırık çıkıklar dışarıdakilerin işi iyi bilmemelerinden kaynaklanıyordu. Öylesine pervasızlardı ki sorularına cevap vermeyenleri tekmeliyorlar, kollarını, bacaklarını kırıyorlardı."
"Cinsel organından elektrik verilmesinden etkilenenlere defalarca elektrik veriliyordu. Çırılçıplak soyulup haya duygusuyla morali bozulanlar sürekli olarak çıplak tutuluyorlardı. Bu kadarla da kalınmıyordu. Bazı Ülkücülerin kolları bir kalasa bağlanıyor, çırılçıplak sandalyenin üzerine çıkarılıyor, kalas tavana asıldıktan sonra altındaki sandalye çekiliyordu. Askıya asılanlar havada sallanırken, defalarca cinsel organına elektrik veriliyordu."
"İşkencenin süresi de dayanıklılığa göre değişiyordu. Dayanıklılık gösterenlerin, 30-40 gün işkenceye tabi tutuldukları bile oluyordu. Cezaevine götürülüp, ihtiyaca göre tekrar işkencehaneye getirilenler bile vardı."
"Ankara'da Bekir BAĞ, Mahir DAMATLAR'ın yanı başında işkenceyle öldürülmüştü. Kadir Mahir DAMATLAR ise iki buçuk ay işkence görmüş, en ağır işkencelere rağmen tek kelime konuşmamıştı. Bu nedenle işkenceciler, kendilerine zorluk çıkartanları 'Mahirleşme' diyerek, ağır işkence göreceği şekilde uyarmak zorunda kalmışlardı. İşkence aşamasını geçen Ülkücüler A Blokta bulunan 'kafese' konuluyorlardı. Bu, sirklerdeki aslan kafeslerinin benzeri bir yerdi. Burada oturmak, kalkmak, ayak değiştirmek, kıyafet düzeltmek, hatta oturuş düzenini değiştirmek izne tabiydi."
"... Buradaki eğitim(!) bir gün ile bir ay arasında değişiyordu. Ardından isnat edilen suça göre koğuşlara ya da hücrelere sevk ediliyorlardı. Koğuş ve hücrelerde ise, 'karıştır-barıştır' metodu uygulanıyordu. Solcu ve Ülkücü gençler bir arada kalıyorlardı."

Namık Kemal ZEYBEK (Ahmet Yesevi Vakfı Müt. Hy. Bşk.):
"Selimiye'de düştüm ve yaralandım. Hastaneye kaldırdılar. Haydarpaşa Askeri Hastanesinde tedavi görürken oraya gelen bir yarbay hakaret etti, ben de kendisine karşılık verdim. Bunun üzerine askerler saldırdılar. Mamak'ta bir kafes vardı. Oraya gelen ilk bu kafese konurdu. Altı gün orada bağdaş kurarak oturdum. Akıllarına estikçe çağırır, ellerimi uzattırır copla vururlardı. Sorgum 6 ay kadar sürdü. 12 Eylül öncesinde fıtık ameliyatı olmuştum, yine bir sorgumda 'Ameliyatlıyım' dedim. 'Nereden ameliyatlıysan oranı tut' deyip, dövdüler. Fıtığım yine patladı."
"... Ama komik olaylar da oluyordu. Mesela, MHP davası Başsavcısı Nurettin SOYER, Ülkücülere 'Sizi kim eğitti?' diye sormuş. Çocuklar da beni söylemişler. 'Peki ne anlatıyordu?' diye sormuş, bizimkiler, 'Ahmet Yesevi'yi anlatırdı' demişler. Bunun üzerine Savcı, 'İkisini de, Zeybek'i de Yesevi'yi de tutuklayın' demiş."
"Koğuşun karşısında Solcu kızları yere yatırdılar. Ülkücü kız azdı. Ama Solcu kız baya vardı. Sonra üzerlerinde postallarıyla yürüdüler. O görüntüyü unutamam, çok dokunmuştu bana, onlar için şiir yazmıştım."

İbrahim ÜNAL:
"Sorgum 75 gün sürdü... Ben darbeyi gözaltında yaşayanlardan oldum. İçerisi insanla dolmaya başlayınca dışarda bir şeylerin olduğunu anladım. Kabadayak, kulak memesi, cinsel organ, dil, diş ve parmaktan her gün elektrik veriyorlardı... Adli Tıp'a girdik, ayaklarım patlamış, ayakta duramıyorum. Doktorun cümlesini asla unutmam: 'Evet ayakların şişmiş ama çok yürüdüğüm zaman benimkiler de şişiyor, işkence raporunu vermem.' "
"Yaşadığım işkence sürecinde, en çok canımı acıtan olay, hamile bir kadının, 'Elektrik vermeyin, karnımda çocuğum var, ne yaparsanız yapın, bana elektrik vermeyin' feryadı oldu. Burada kaburgalarım demir sopalarla kırıldı. Günlerce değil doğrulmak, nefes alamadım."
"Arkadaşlarımızdan dinlediklerimiz, duruşmalar sırasında Mamak'a gidince gördüklerimiz, işkence zihniyetlilerin soylarına yetecek bir utançtır. Uzuvlara elektrik vermek, ıslak zeminde çıplak bırakıp, coplamak, Filistin askısına almak, iffet ve namusa el uzatmak vs. gibi maddi ve manevi insanlık dışı işkenceler Mamak'ın gündelik uygulamaları haline gelmişti. O.Ç. maruz kaldığı işkenceyi dava dosyasında şöyle anlatıyordu: 'Saçlarımız ve sakallarımız devamlı yolunuyor. Tırnaklarım bir şeyle çekiliyor. Sorulan soruları bilmediğimi söylediğim zaman şiddetini artırıyorlar. İşkenceden bayılıyorsunuz, ayılıp tekrar işkenceye tabii tutuluyorum. Kaçıncı kez bayıldığımı hatırlamıyorum. Dayaktan altımıza pislemek zorunda kalınca, pisliğinizi elindeki sopayla yemeye zorlanıyorsunuz, kısaca yiyorsunuz. İstediklerini cevaplamıyorsanız, anüsünüze cop sokma işlemi başlıyor. Sonra da ıssız bir yere götürüp, elindeki silahın ağzına mermiler sürüyorlar, ölümle tehdit ediyorlar. Ananıza, ailenize, bacınıza, tüm kutsal saydığınız değerlere galiz küfürler ediyorlar' Zeki KAMAN gibi eski POL-DER'li veya Marksist polisler, MHP davası sanıklarına buna benzer yüzlerce işkence uygulamışlardı."
"... Daha sonra yaptığım bazı incelemelerden anlıyorum ki, ABD'de, Arjantin'de, Şili'de uygulanmış olan cezaevi metodları tamamen Türkiye'ye adapte edilmiştir. Dolayısıyla çok programlı bir şekilde sindirme, kişilikleri ezme ve o ezilen kişiliği ile insanların teslim olmasını sağlamaya yönelik bir uygulama vardı... 12 Eylül öncesinden biraz ayrışmış, fikri olarak yapıyı değerlendirerek, sağcıların üzerinde sol görüşlü polisler, sol görüşlülerin üzerinde ise sağ görüşlü polisler görevlendiriliyordu."
"... (Mamak) C-5'ten ağır işkencelerden geçenlerden biri de Mahir DAMATLAR'dı. Bekir Bağ ise 17 yaşında idi. Mahir Damatlar ve Emir Kuşdemir'le birlikte korkunç işkencelere tabi tutuluyordu. Üstelik bütün suçlamaları kabul etmiş, 'Tamam, ben yaptım.' demişti. Verdiği bu ifade işkencecileri tatmin etmedi. Çünkü 17 yaşındaydı ve ceza alsa bile kısa bir süre yatıp, çıkacaktı. Onlar, Bekir Bağ'ın farklı ifade vererek Mahir Damatlar ve Emir Kuşdemir'i suçlamasını istiyorlardı... Sürekli olarak aynı telkinde bulundular:
- 'Bu ifadeni değiştireceksin Bu suçları sen işlemedin. Asıl suçluların Mahir ve Emir olduğunu söyleyeceksin.'
17 yaşındaki Bekir Bağ günlerce ağır işkencelere tabi tutuldu. Bir gün askerler telaş içinde koşuşturmaya başladılar... Bazı Ülkücü gençleri hücrelerinden çıkardılar, Bekir Bağ'ın hücresinin yanına götürdüler:
- 'Arkadaşınız kendisini astı.'
Herkes anında neler olduğunu anlamıştı. Çünkü tamamı C-5'ten geçmişti... Askerler ise olaya bir açıklama getirmek için çırpınıyorlardı:
- 'Yatak çarşafını yukarıdaki elektrik tellerine bağlamış. Kendisini asmış.'
Oysa bu mümkün değildi. Hiçbir Ülkücü tek kelime bile etmedi. Hiçbiri yorum yapmadı. Tamamı 'Biz aptal mıyız?' dercesine askerlerin yüzüne baktı. O sırada bir teğmen de hücrenin önüne gelmişti. Birlikte Bekir'i dışarı çıkarıp, soydular. Bütün vücudu mosmordu ve cesedi alabildiğine şişmişti. Belli ki ölümün üzerinden uzun süre geçmişti."
"Mamak Askeri Cezaevindeki C-5 adlı bölüm askerler için 'disiplin koğuşu' olarak tasarlanmıştı. Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından da özel bir işkencehane haline getirilmişti. İçi de işkence uzmanı polislerle doldurulmuştu."
"Hücrelere sıkıştırılıyor, üzerimize içinde ne olduğunu bilmediğimiz sular dökülüyordu. Her tarafımız bitlenmişti... Hepimiz böyle yapış yapışız... Üzerimize deterjanla karıştırılmış su döker, iki üç saat öyle tutarlardı bizi. Bu her zaman olan bir şey değil. Hücrede sayımız 14-15'e düştüğünde kendimizi gerçekten sarayda hissediyorduk. Sırt sırta, dip dibe yatıyorduk. Adamların bütün amacı direnişimizi kırmaya dönüktü. Bayılmalar, kusmalar, baş dönmeler, kıpırdayamıyorsun. Hücredeki tuvaletimizin üzerini giysilerle kapatmıştık. Dördüncü kattan su damlıyordu, lavaboyu kapatmıştık, hiç kullanmıyorduk. Böylece biriken suyu içiyorduk..."
"Cezaevinde acayip fareler vardı, kedi kadar büyüktüler... Mecburen farelerin de içtiği sudan içiyorduk. Kaldığımız hücrenin tuvaleti lağımla dolmuştu. 'Size banyo yaptıracağız' diye, lağıma batırıp çıkarıyorlardı. Koğuşlarda kimilerine fare yedirildi. Mahkumlara koğuşlarda, birbirine tecavüz etmeleri için işkence yapıldı."
Mamak Cezaevinde özellikle Ülkücülere yapılan işkenceler o kadar aşırıydı ki, Ülkücüler kendilerine sembol olarak seçtikleri kurt köpekleriyle bile saldırıya uğradılar.

Yaşar YILDIRIM (MHP Ankara İl Başkanı):
"... Dönemin Cezaevi Müdürü Raci TETİK Ülkücüleri tek tek avluya çıkardı. 10 tane de kurt köpeği dikti başımıza. Cezaevi müdürü düdük çalınca kurt köpekleri Ülkücülerin üzerine saldırıyor, yere yıkılan Ülkücüleri de görevliler copluyordu. Bu işkence tam 45 dakika sürdü... Bu işkencede en çok zorumuza giden de cezaevi müdürünün kurt köpeklerine saldırı emrini çayını yudumlama aralarında düdükle vermesi oldu.”

Celalettin CAN (78'liler Derneği Sözcüsü):
"Darbeden beş ay sonra Malatya'nın Gülkaynak köyünde yakalandım. Askeri Havalimanında bir barakaya koydular. 72 gün kontr-gerilla tarafından sorgulandım. Ben askıdayken hemşire bir kızı getirdiler. Bunun acısı kendi acımı unutturdu. Kızı soymaya başlar başlamaz beni yan barakaya aldılar. Kızın siyasi bir yanı yoktu... Sol görüşlü aranan iki akrabası yemek için bunların evine gitmiş, tek suçu bu... Beni sorgulayan 7-8 kişilik grup kıza 10 gün boyunca tecavüz etti. 'Abi kurtar beni' diye feryat ediyordu. Tecavüz edenler 'Solcuların namuslu olduğunu bilmiyorduk, kız bakireymiş' dediler. Bunlar yaşanırken askıda patlayan omzunuzun, yırtılan bacaklarınızın, kesilen tabanlarınızın sizin için bir anlamı kalmıyor. Malatya'nın ardından Elazığ'a götürüldüm. Askeri hastanenin morgunu hücrelere dönüştürmüşlerdi. Yerin 3 metre altındaydı. Ünlü 3 nolu özel hücreler... Burada 6 yıl kaldım. Hava, su ve güneş yoktu. Hayatta kalmam için zorunlu havalandırma amacıyla kullandıkları bir odaya her çıkarttıklarında temiz hava beni çarpıyor, bayılıyordum."

Gökhan EREN (18 yaşından küçük olduğu halde idam edildiği iddia edilen Erdal EREN'in amcasının oğlu):
"... (Darbeden) 7 ay sonra bir arkadaşımın evine yapılan baskınla yakalandım. Sirkeci'de şimdi adliye binası olan binanın üst katına götürdüler. Dayak ve elektrik burada da uygulanıyordu, yaşadım ama Gayrettepe başkaydı. İşin merkezi idi. İşkencenin işkenceciyi bile yorduğu bir yerdi. Gayrettepe'de 80 gün kaldım. 'Erdal'ı astık, Ekrem'i öldürdük, senin buradan çıkışın olur mu' mesajıyla girdim her işkenceye. Elektriği düz askıda kullanırlardı... Çarmıha gerer gibi asıyorlardı. Elektriği vücuda çapraz olarak verdiklerinde şiddetinin arttığını biliyorlardı, yani uzmanlaşmışlardı. Bir ucunu penisimize bağlarlar, diğer ucunu kalçamıza değdirdikleri zaman penisimizin koptuğunu hissedecek kadar acı duyarsınız. Bu 5-6 saniyede bedeniniz çırılçıplak kasılır. Eğer çok uğraşmak istemiyorlarsa, Filistin (Ters askı) yapıyorlardı. Onda da omuzlarınızın koparıldığını zannediyorsunuz. Omuzlar vücudu taşıyorsa acıdan bayılıyorsunuz, taşımıyorsa omzunuz çıkıyor... Gayrettepe'de dinlendirmelerim hariç 65 gün işkence gördüm."

Yaşar OKUYAN (Hürriyet ve Değişim Partisi Genel Başkanı):
"Ankara Mamak'ta 29 gün hücrede kaldım. Çektiğimiz acı ve ızdırabı anlatamam. O hücrede elime yarım jilet parçası geçse rahatlıkla canıma kıyardım... Su yok, düzenli olarak tıraş olmamız istenir, tükürüğünüzle tıraş olursunuz... Kafeste 24 saat kıpırdaman durmanız istenir, duramayacağınız bilinir ama her hareketiniz karşılığı artık jop ya da sopadır. Çok da canınızı yakarlar ama duyduklarınız, bir insanda öyle sesler çıkar mı diye başınızı bacaklarınızın arasına alıp, önünüze eğilmeniz en dayanılmaz olanıdır... O hücrede bir jilet parçası bulsaydım bugün ben yoktum."
"Bir kişinin sığabileceği içi talaş dolu yatakta 3 ay Taha AKYOL, Namık Kemal ZEYBEK ve ben yattık. Zeybek sığmadığımız için ayak ucumuza doğru yatardı, ama yine sığmazdık. Üç ay uyuyamadık."
Mustafa YALÇINER (Emeğin Partisi Genel Başkan Yardımcısı):
"Darbeden yedi ay sonra tutuklandım... Elektriği vücudumuzun her yerinden veriyorlardı. Ama bana dişimden verdiklerinde çok daha şiddetli hissediyordum, daha iyi bir iletken miydi bilmiyorum ama, doğrudan beyninizde hissediyorsunuz. Sorgum 3.5 aya yakın sürdü. Bittiğinde cinsel organımda halka şeklinde bir morluk vardı. 2 ay idrarımla kan attım. Her yıl bir dişim döküldü. Boyun ve belimde fıtık oluştu. Falakadan sonra ayaklar kan toplamasın ve patlamasın diye özellikle yürütürlerdi."

Mahir Kadir DAMATLAR (80'lerde Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısıydı... Elektrik ve falakanın ardından sesi çıkmayan Ülkücülere 'Mahirleşme' denmesinin nedeni oydu):
"8 Ekim 1980'de yakalandım. Sorgu süreci 2.5 ayı buldu. Bunlar artık bizim içimizde kalan şeyler. Gözyaşlarımız içimize aktı ve bir hazine bence... Çok konuşulmaması gereken ve kutsallığı olan bir acıydı bizimkisi... Türkiye'nin her yerinde işkence vardı... Bize de yaptılar... Malatya'da iki arkadaşımızı öldürüp camdan attılar. Mamak C-5'te Bekir BAĞ'ı yanımda öldürdüler, sonra 'kayboldu' dendi. Aklınıza gelmeyecek işkenceleri yaptılar.

Oğuzhan MÜFTÜOĞLU (Birgün Gazetesi Köşe yazarı), (DEV-YOL İstanbul sormulusuydu.):
"12 Eylül'den dört ay sonra İstanbul'da yakalandım. Ankara Emniyet Müdürlüğünün işkenceyle ün yapan bölümünü DAL'da (Derin Araştırma Laboratuarı) 80 gün Devrimci Yol'un bir numaralı sorumlusu olarak sorgulandım. Hemen herkese uygulanan falaka, elektrik, Filistin askısı, tazikli soğuk su gibi dönemin bütün rutin işkence yöntemleri bana da uygulandı... Polisler 80 gün kaldığım işkence yerinden alarak Mamak Cezaevine götürdüler. Cezaevine teslim edilirken revirde doktorlara sağlam raporu yazdırıyorlardı. Doktordan, işkence izlerini zapta geçirmesini istedim. Doktor Asteğmen, yanımda duran astsubaya çekinerek baktı ve böyle bir yetkisinin olmadığını söyledi. Avukat olduğumu, bana işkence yapan polisler hakkında dava açacağımı, işkence izlerini zapta geçirmezse suç işlemiş olacağını söyleyerek üsteledim. Astsubay, doktora 'Olur' dedi ve görünür durumdaki işkence izlerini veri kartına işledi. Başvurum üzerine 1 ay kadar sonra Savcılığa çağrıldım. Bana işkence yapan polisin ismini öğrenmişim. Söyledim. Tarif etmemi istediler. İşkencede gözler bağlı olduğu için tarif edemeyeceğimi düşündüler. Oysa yazılı ifadem alınırken odaya girip çıkan işkenceciyi sesinden tanımış ve yüzünü görmüştüm. İsterlerse resmini de yapabileceğimi söyledim, şaşırdılar.”
"... İşkenceci polisin resmini çizdim. Hepsi malum işkenceci polisi resimden tanıdı. Polis hakkında dava açıldı. 1 ay sonra işkenceci polis Mahkemede sanık sandalyesinde karşımızda oturuyordu. İşkence doktor raporlarıyla sabitti. Teşhis, tanıklık hepsi tamdı. Polisin ceza alacağı kesindi. Karar günü mahkeme hakimi başka yere tayin edildi. Yerine getirdikleri hakim bizi dinlemeden polis hakkında beraat kararı verdi. Avukatımız İbrahim TEZAN o mahkeme dosyasına işkenceci polis tarafından savunma delili olarak bir belge sunulduğunu tespit etmişti:Kenan EVREN tarafından 'Üstün hizmet belgesi' verilmiş bir takdirname!"

Yılma DURAK (Doğu'nun Başbuğu olarak tanınıyordu) :
"Beni ölümle burun buruna getiren yer Harbiye'deki Askeri İnzibat Merkezi oldu. Casusların sorgulandığı yerdi burası. 38 gün kaldığım bu merkezde her türlü işkenceyi yaşadım. Askı çok kötüydü, cinsel uzvumla birlikte dilimden çok elektrik verdiler. Tecavüz etme teşebbüsünde de bulundular. Gözümdeki bandı elimle açmaya başarınca çil yavrusu gibi dağıldılar... Sorgulanan arkadaşlarımdan benim için Aspirin almalarını ve biriktirmelerini istedim. 8-10 tane Aspirin ile birlikte yerden avuçladığım kireci kurtulmak için içtim. Ölmedim ama o gün ne yaptılarsa acı hissetmedim, vücudum uyuşmuştu. Ailemi oraya getirmekle tehdit ettiler. Bu bilinçaltıma nasıl işlemişse, sorgudan sonra hücrede yerde yatarken kızım Saliha'yı görmeye başladım. Sabaha kadar konuştum onunla. Sabah olduğumda kızım orada değildi. O halimle kalkıp, iki rekat şükür namazı kıldım. Halüsinasyon görmüştüm."

İbrahim ÜNAL (Yılma DURAK'ın yaşadıklarını şu şekilde anlatıyor):
"MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında sanıkların tek tek sorguları yapılıyordu... Yılma DURAK kendisine yapılan işkenceleri anlatıyordu. Konuşmasını sürdürürken hıçkırıklara boğuldu. Kendisini zorluyor, ama bir türlü konuşamıyordu.
Duruşma Hakimi Kıdemli Binbaşı Vural ÖZENİRLER araya girdi: 'İsterseniz, sorgunuzu erteleyelim.'
DURAK, hıçkırıklar arasında zor anlaşılan bir sesle cevap verdi. 'Hayır, konuşacağım.' buna rağmen, hıçkırıklar dinmiyordu.
Duruşma Hakimi, bir defa daha araya girmek zorunda kaldı:
'Rahatsızsanız oturun, biraz dinlenin…'

Selim DİNDAR (Diyarbakır Cezaevinde yaşadıklarını anlatıyor):
"Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabi. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. Elli yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz.' diyordu. Biz, 'amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu, öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela Cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti Cumalarıdır.' diyordu. Gardiyanların da zebani olduğunu söylüyordu."
"Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şehadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...!' Salih Amca ise 'Seyidim, sen beni gönderme, sen bana sahip çıkıyordun, şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih amcanın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih amcaya vermiş.
Salih amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş ve ahize yere düşmüş, Salih amca içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığına ise buna kalbi dayanamadı."

Orhan Miroğlu (Yazar):
"Toplama yerinden Diyarbakır Cezaevine gittikten sonra bize hemen işkenceye başladılar. İlk önce soyunmamızı söylediler. Soyunduk, çırılçıplaktık. Daha önce hazırladıkları kalaslarla bir anda üzerimize çullandılar. Her tarafımızı mosmor yaptılar... Herkes ağrılar yüzünden inliyordu... Cezaevinin müdürü olan Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, bizim banyoya götürülmemizi emretti. Bazı arkadaşlar bunun normal banyo olduğunu sandı. Halbuki bu cezaevinin alt katındaki lağımlardan oluşan yere götürmeydi. Orada iki karışlık lağımın içinde üzerinde bokun yüzdüğü yere yatmamızı emrettiler. Orada uzun süre öyle tuttular. Daha sonra ancak iki kişinin kalabileceği hücrelere en az on kişiyi koydular. Her tarafımız mosmor olduğu için birbirimize dokunmamız çok acı veriyordu. Ancak biz(i) çırılçıplak bir şekilde orada birbirimize yapışık şekilde günlerce beklettiler. Daha sonra kapıyı ilk açtıklarında balık istifi gibi hepimiz yere üst üste yıkıldık."
Cezaevinde ağır işkenceler sonucu hayatını kaybettiği belirtilen Bedii Tan'ın arkadaşları yaşananları şu şekilde anlatıyor: "Ramazan geldi, 1982'nin Temmuz ayı. 'Oruç serbest' dediler. Sahura kalkmak yok, iftar saat 20'den sonraydı. 'Bu oruç tutma' mesajıydı. Bedii Tan oruç tuttu. Betonda, üstümüz çıplak halde, dünyanın idmanını yaptırıyorlar. Bedii'nin orucunun farkına vardılar. Kanalizasyon kapağını kaldırdılar, avuçla pislik yedirdiler. Bedii dayak yedi, yatağa düştü. Gardiyan çağırdı. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafaüstü yere düştü. Yerde yatan Bedii Beyin karnına bastılar. Bağırsakları ve böbreği patladı. Bedii Bey 33 nolu koğuşa girdikten 33 gün sonra öldü."

Abdurrahman YÜCEL (Adıyamanlı):
"... Terzilik mesleği ile uğraşan Abdurrahman Yücel'in acı hikayesi, bir sivil polisin dükkanına gelerek 'Aileniz kavga etmiş, karakoldalar. Seni götürelim' sözleriyle başlıyor... Ondan sonrasını şöyle anlatıyor: Karakolda bana 'Abdurrahman sen misin?' dediler. Ben de 'evet' dedim. Beni bir araca bindirip o zamanki meşhur Pirin Palas hapishanesinde karanlık bir odaya soktular. 'Suçum nedir?' diye sorduğumda, komutan 'Sen örgüte yardım ediyormuşsun' dedi. Örgütle bağlantım olmadığını, yakinen tanıyan mahalle muhtarına sormalarını istedim. Ama dinleyen kim. Copla vurmaya başladılar. Daha sonra bir alt kata indirdiler. Gözlerimi ve ağzımı bezle bağladılar. Falakaya yatırıp ayağımın altı patlayıncaya kadar işkence ettiler. Ayaklarımı jiletle kestiler. Ondan sonra tuzlu suda yürüttüler. Saçlarımı kestiler."
Bu Abdurrahman Yücel'in maruz kaldığı cop darbeleriyle kulaklarının zarı delindi ve gözleri kör oldu. İki ay işkence gördükten sonra da isim benzerliği yüzünden karıştırıldığı ortaya çıkınca, hiçbir açıklama yapılmadan kimle karıştırıldığı bile söylenmeden 'Hadi defol git' denilerek serbest bırakıldı. Hayatının geri kalan otuz yılını 'karanlıklar' içinde yaşadı. (3, s.216,217)
Yaşar Okuyan anılarını anlattığı kitabında, Mamak Cezaevinden tahliyenin ardından günlerce uyuyamadığını, tekrar Mamak’a gönderecekler diye endişe ettiğini, kurşuna dizilmesinin önemli olmadığını, ancak Mamak’a dönmenin daha ağır olacağını, bu nedenle takım elbiselerinin vatkalarına jiletleri yerleştiğini, bundan sonra psikolojik olarak rahatladığını, Mamak’a alırlarsa intihar ederim diye düşündüğünü belirtmektedir. (10, s.141)

2. 12 Eylül Darbe döneminde Gördükleri İşkence Nedeniyle Şikayette Bulunan Müştekilerin Beyanları

Bu bölümde gördükleri işkence ve Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçundan dolayı şikayette bulunan müştekilerin ilgili dosyalardaki beyanlarına yer verilmiştir

Müşteki Mustafa KAHYA (2011/856 Sor. 14/11/2011 tarih beyanı aynen): “Ben 12 Eylül öncesi Diyarbakır'da 1 yıl Edebiyat öğretmenliği yapmıştım. Daha sonra açığa alındım. O tarihte öğretmenlerin üye olduğu TÖBDER (Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) yöneticisiydim. Bismil şube yönetim kurulunda görev yapıyordum. Açığa alındıktan sonra memleketim olan Antalya'ya yerleştim. Daha sonra İstanbul'a taşındım. İstanbul'da darbe sonrası bir tekstil atölyesinde işçi olarak çalışıyordum. 13 Nisan 1982 tarihinde İstanbul'da gözaltına alındım. İstanbul Gayrettepe'deki Emniyetin siyasi şubesinde 44 gün sorgulandım. Sorgularım esnasında ve siyasi şubeye getirilirken sürekli gözüm kapalı idi. Sadece hücreye koyduklarında gözümüzü açıyorlardı. Sorgu sırasında bana o zaman faaliyette olan Kurtuluş isimli sol görüşlü örgütün yöneticilerini ve alttaki hiyerarşik yapılardaki kişileri soruyorlardı. Bilmediğimi söylediğim için de siyasi şubeye geliş tarihinden ayrılana kadar sürekli işkence yaptılar. İşkenceler falaka ile dayak atma, çıplak vaziyette Filistin askısı denilen bir kalasa t şeklinde kollarımızı bağlanarak havaya kaldırılıp o şekilde çıplak vaziyette vücuduma elektrik veriyorlardı. Gördüğüm işkencelerden dolayı ayaklarım şiştiğinde kangren olmayayım diye ayaklarımın şiş olan bölümlerine jilet atıp keserek kesik bölümlere bu durumda olanlara kullanılan beyaz bir merhem sürüyorlardı. Ayaklarım bu şekilde şişip kesildiği zaman işkencenin falaka bölümüne ara verip diğer kısımlarına devam ediyorlardı. Gayrettepe'de ilk 15 gün bu işkenceler aralıksız her gün devam etti. Diğer zamanlarda iki güne bir üç güne bir işkenceler maruz kalıyordum. Ayrıca Gayrettepe'de bulunduğum 15. Günü olduğunu tahmin ediyorum. Bana gözlerim bağlı iken sigara içip içmediğimi sordular, ben de sigara içtiğimi söyleyince ellerindeki yanmış vaziyette bulunan sigaranın yanan tarafını ağzıma sokarak ağzımın yanmasını sağladılar. Daha sonraki günlerde tekrar sigara teklif ettiklerinde bıraktığımı söyledim.
İstanbul Gayrettepe Siyasi Şubede gördüğüm işkencelerde gözlerim bağlı olduğu için işkence yapan kişilerin kim olduklarını bilmiyorum. Ancak daha sonra o dönemde siyasi şube müdürünün Ünal ERKAN, müdür yardımcısının ise Mehmet AĞAR olduğunu öğrendim.
İstanbul Gayrettepe'de geçirdiğim 44 günden sonra beni Antalya Emniyeti Siyasi Şubesine teslim ettiler. 45 gün de orada gözaltında kaldım. Antalya'da da aynı işkenceler maruz kaldım. Orada da ilk 10-15 gün her gün işkence gördüm. Daha sonraki günlerde ise iki güne bir üç güne bir işkenceye maruz kalıyordum. Hem İstanbul'da hem de Antalya'da elektriği genellikle cinsel organıma, göbeğime, kulak memesi, alnıma, ayak ve el parmaklarıma veriyorlardı. Antaya'da da, İstanbul'da da işkence sırasında işkenceciler birbirlerine kod isim kullanıyorlardı. Mesela İstanbul'daki gözaltında duyduğum Cabbar ismi kullanılıyordu. Antalya'da işkence yapan görevlilerin isimlerini hatırlamıyorum.
Antalya'da gözaltında 45 gün kaldıktan sonra Antalya Cezaevine nakledildim. Cezaevine girdiğimde 37 kiloya düşmüştüm. Arkadaşlarımın bakımıyla kendime geldim. Cezaevine gelmeden önce sorgu hakimine çıktığımda işkence yapıldığın hakime söyledim. Ancak zapta geçmediği gibi herhangi bir işlem de yapılmadı. Antalya Cezaevinde 2 ay kaldım. Antalya Cezaevinde işkence görmedim. Oradan İzmir Buca Cezaevine nakledildim. Orada tek tip elbise uygulaması gündeme geldi. Kabul etmediğimiz için benim de içimde olduğum 13 kişiyi çırılçıplak soyarak yer altında bulunan hücrelere koydular. Hücrelerde ikişer kişiydik, hücrelerde hiçbir ısıtma sistemi, yatak yorgan yoktu. Ölmemek için birbirimizi ısıtma yöntemi bulmuştuk. Birimiz altta yüzükoyun yatıyor, birimiz de sırtüstü onun üzerine uzanıyorduk, bu şekilde hücrede 13 gün kaldıktan sona doktor bunlar kesin ölecek dediği için bize kendi elbiselerimizi vererek tekrar koğuşlara aldılar. Buca Cezaevinde yaklaşık 4 ay kaldıktan sonra, İzmir Şirinyer Askeri Cezaevine nakledildim. Orada ilk gelenleri tecrit denilen birer kişilik hücrelere koyuyorlardı. 3 gün kaldım. 3 gün boyunca genel uygulama her gün tecritte 3 posta dayak atıyorlardı. Tekme, tokat, sopa ve jopla dövüyorlardı. Her iki cezaevinde de gözlerimiz açıktı. Burada koğuşa geçtikten sonra mahkemelere götürülürken koğuştan çıkıştan itibaren rink aracına kadar sürekli kaba dayak atıyorlardı. Elbiselerimizi çıkarıp tek tip elbise giydirerek ellerimizi arkadan kelepçeliyorlardı. Buca Cezaevi sivildi, yöneticilerini ve bana işkence yapanları hatırlamıyorum. Ancak sorulduğunda tespit edilebilir. Şirinyer Askeri Cezaevine 4 yıl kaldım. Orada da yöneticileri ve bana işkence yapanları hatırlamıyorum. Ancak sorulduğunda tespit edilebilir.
Ben Şirinyer'den sonra 1987 yılının Mayıs ayında Ankara Mamak Cezaevine geldim. Burada 1989 yılına kadar kaldım. Ben geldiğimde Mamak Cezaevinin en iyi dönemi olduğu söyleniyordu. Cezaevine girdiğimde bana ismimi sordular. Ben Mustafa Kahya deyince benim enseme bir jop indirdiler. Yere düştüm, kalktım, tekrar sordular. İsmin ne dediler, ben de Mustafa Kahya deyince, burada sana soru sorduğumuzda emret komutanım diyeceksin dediler. Cezaevine koğuşlarda kalıyordu. Günde 3 defa sayım alınıyordu. 15 dakika da havalandırmaya çıkıyorduk. Havalandırma süresinde bize dayakla hareketler yaptırıyorlardı. Sayım sırasında ise Atatürk'ün Gençliğe Hitabesini ve İstiklal Marşı'nı okutturuyorlardı. Okumayan ya da sesi az çıkan dayak yiyordu. Ben bunların işkence yöntemi olarak karşı çıktığım için çok defa dayak yiyordum. Bana koğuş kıdemlisi olduğumu söylediler. Görevli askerler gelip bana lan şunu yap, lan bunu yap diye hitab ediyorlardı. Tepki gösterdiğim için beni o dönem Aslan Kafesi olarak geçen yere götürdüler, orada İç güvenlik Komutanı benim yanımdaki askerlere bu ismini bilmiyor muymuş, ismini öğretin dedi. Bana ismimi sordular, ben de Mustafa Kahya deyince beni yere yıkıncaya kadar dövdüler, kaldırdıklarında senin adın Lan, Mustafa Kahya değil dediler. Ben de Mustafa Kahya dediğim için bu dayak olayı sürekli tekrarlandı. Burada 3 gün işkence gördüm.
Mamak Cezaevinde görevli bulunan Albay Raci Tetik Cezaevi Müdürü idi. A Blok İç Emniyet Amiri Binbaşı idi. Bunu ve diğer kişilerin isimlerin bilemiyorum. Ben dilekçemde de belirttiğim gibi darbeyi yapan kişilerden ve bana işkence yapan ifademde belirttiğim görevlilerden şikayetçiyim.
Şirinyer, Buca ve Mamak'taki bana yapılan işkencelere aynı şekilde cezaevinde bulunan Hüseyin Aktaş, Süleyman Selen isimli kişiler tanıktır. Ayrıca tespit edeceğim diğer tanıkları da bildireceğim”.
Müşteki Yılmaz KIZILIRMAK (2011/864 Sor. , 22/11/2011 tarihli beyanı aynen): “Ben 12 Eylül 1980 öncesi DİSK'e bağlı DEV.MADEN-SEN isimli sendikada personel olarak çalışıyordum. 10 Eylül 1980 tarihinde Genel Başkanımız Müslüm Şahin ile birlikte beni gözaltına aldılar. Önce Ankara Bahçelievler Merkez Komutanlığına götürüldüm. Oradan Ankara Emniyet Müdürlüğüne götürüldüm. Burada Sendikalar Bürosu benim ifademi aldı. Daha sonra Sıkıyönetim Askeri Savcılığına çıkarıldım. Mahkemece tutuklandım. Tutuklanmamın ardından 11 Eylül 1980 günü Mamak Askeri Cezaevine sevk edildim. Orada cezaevlerine gelenlerin konulduğu "Kafes" denilen yere götürüldüm. Saat 15:00'ten 24'e kadar kafes denilen yerde askerler tarafından sürekli dayak yedik. Kafesin delikleri genişti. Oradan jopla bize vuruyorlardı. Saat 24 olduğunda beni B Blok 10. Koğuşa koydular. Saat 04:00 sıralarında askerler gelerek kapılarımıza vurup, "O... Çocukları kalkın, sizi bundan sonra yaşatmayacağız" diye küfür ve tehditlerle uyandırdılar. Koğuşlarda ranzalardan inip ayakta bekledik. Sonra havalandırmaya çıkarıp, havlandırmada o gün akşama kadar dayak faslı devam etti. Daha sonraki zaman içerisinde de aynı şekilde dayak atarak işkencelere devam ettiler. Bir grup asker koğuşa gelip, bize dayak atıyor, daha sonra da "Sendikacı nerede" diyerek beni soruyor, ben ortaya çıktıktan sonra tekrar dayak yiyordum. C-5 Blokta tutukluların emniyete götürülmeden önce sorgulandıkları bir işkence merkezi vardı. Ben oraya 5 kez ayrı ayrı tarihlerde götürüldüm. Her defasında bana elektrik verdiler, ayrı tarihlerde götürüldüm. Her defasında bana elektrik verdiler, kaba dayak attılar, tazyikli soğuk su tutuyorlardı. Bize DİSK'in yasadışı bir örgüt olduğunu, gençleri zehirlediğini söyleyerek, sendika yöneticilerin aleyhine ifade vermeye zorluyorlardı. Söz konusu yerde benim cinsel organıma, ayak parmaklarıma elektrik vererek işkence yaptılar. Cezaevinin B Bloğunda 14 tane koğuş vardı. O koğuşlardan 1 tanesinin banyosu vardı. O banyoyu da işkence yeri olarak kullanıyorlardı. Oraya 2 günde bir tüm koğuşları sırayla götürüyorlardı. Koğuşlardan çıkarırken bizi tek sıra haline sokup, ellerimiz ensemizde, askerler iki taraflı dayak atarak götürüyorlardı. Burası tüm bloktaki koğuşların temizlik ihtiyaçları için yapılmış bir hamamdı. Buraya götürüldüğümüzde "Soyunun" diyorlardı, soyunduktan sonra yıkanmak için kullanılan hamam taşlarının başlarına oturtuyorlardı. Önce soğuk ya da sıcak su verip, üzerimize döktürüyorlardı. Sonra ilk verdikleri suyun tersi olan sıcak ya da soğuk suyu açtırıp, bir sıcak bir soğuk suyu üzerimize döktürüyorlardı. Ağırdan alanları "Daha hızlı"diyerek ve joplayarak dövüyorlardı. Bu işkence yaklaşık 4-5 dakika sürüyordu. Arkasından üzerimizdeki sabun yıkanmadan bizi kaldırıyorlardı, çıplak vaziyette elbiselerimizi giyemeden tekrar sıraya koyarak, dayak atarak koğuşlara götürüyorlardı. Bu şekilde banyo işkencesine yaklaşık 6 ay boyunca 2 güne bir maruz. Kaldım.
Koğuşlara zannımca Kara Kuvvetleri Komutanlığınca yazılmış Atatürk İlke ve İnkılapları isimli bir kitap getirip, yüksek fiyata herkese sattılar. Bu kitaptan dersler verip, soru soruyorlar, bilemeyenleri dövüyorlardı. Karavanaya yemek almaya gidenlere bu kitaptan sorular sorup, bilmedikleri takdirde yere yatırıp dövüyorladı. Benim ezberim iyi olduğu için bu konuda fazla dayak yemedim.
Ayrıca ailelerimizden gelen paraları istediğimiz gibi kullanamıyorduk. Bu paralardan kendilerinin istediği miktar kadar az az veriyorlardı. Örneğin, sigara, süt ve yoğurt almak istesek, istediğimiz kadar alamıyor, cezaevi yönetiminin öngördüğü kadar bize veriliyordu. Bu şekilde de manevi olarak işkenceye maruz kalıyorduk.
Emniyet sorgularında istenen ifadeyi vermeyen kişileri daha ağır suçluların bulunduğu A Bloktaki hücrelere koyuyorlar, orada ailelerimizin çoğu zaman ziyaretlerimize gelmelerini istemiyorduk. Çünkü yaklaşık 4 dakika kadar bir görüşme hakkı veriliyordu. Görüşme için getirilip götürülürken de hem dayak hem de hakaretlere uğruyorduk. Ailelerimize de hakaret ediyorlardı. Duruşmaya giderken de hem araçlara götürülürken hem de araçların içerisinde de dayak atıyorlardı. 12 Eylül'de cezaevlerinde görev yapan askerlerin özel olarak seçilip, özel eğitim aldıklarını düşünüyorum. Çünkü sıradan askerlerin daha doğrusu halkın içinden çıkmış köylü, işçi çocuklarının bu şekilde işkence yapabileceklerini düşünmüyorum. Bunların kullandıkları yöntemlerin, konuşmalarındaki jargonların birbirinin aynı olması, kalıp cümleler olması özel olarak eğitilip, cezaevlerinde işkenceci olarak görevlendirildiklerini ortaya koymaktadır.
Mahkemelerde duruşma salonunda bizi getirip götüren askerler bize müdahale ediyor, yeri geldiğinde dayak atıyor, bizi susturup, konuşturmuyor, yere bakmamızı istiyor, sanki o zamanki Sıkıyönetim Mahkemelerindeki Hakim ve Savcılar bir bütünün parçası gibi davranmaktaydılar. Ben Mamak Cezaevinde yaklaşık 1 yıl tutuklu kaldım, daha sonra da beraat ettim. Mamak Cezaevinden bu yana geceleri sürekli kabus görüyorum. Arkamdan birileri geliyor, yakında tedavi için başvurmayı düşünüyorum.
O zaman Mamak Cezaevinde işkence edenleri tam olarak hatırlayamıyorum. Ancak Cezaevini yöneten Albay Raci Tetik idi ve onun emri, talimatı altında diğer askerler ve görevliler işkenceye iştirak etmişlerdir. Darbeyi yapan başta Kenan Evren olmak üzere diğer askerler ve görevlilerden, işkenceyi yapan kişilerden şikayetçiyim dedi.”

Müşteki Yener TURAN (2011/857 Sor., 15/11/2011 tarihli beyanı aynen): “Ben 12 Eylül askeri darbesinden sonra Kasım 1980 tarihinde Artvin Şavşat Lisesinde okurken gözaltına alındım. 1 hafta Şavşat Bölge Okulu olarak yapılan inşaatın gözaltı yeri olarak düzenlenen kısmında kaldım. Gözaltına alınmadan önce Şavşat Cezaevinin yanındaki Jandarma Karakolunda yaklaşık 8 saat kaldım. Üzerime sürekli hortumla soğuk su döktüler, arada da kaba dayak yedim, ayrıca karakolun bahçesinde havuza sokup çıkarıyorlardı. Karakolda bana yapılan işkencelerden sorumlu Yüzbaşı Mustafa Eken ve Astsubay Bahri Deniz vardı. Erler de vardı ancak bunların isimlerini bilmiyorum. Gözlerim üzerime su dökülürken ve dayak yerken kapalı idi. Havuza attıklarında açıktı.
Gözaltında kaldığım Bölge Okulu inşaatında hakaret ve küfür edildi. Görevlilerin isimlerini bilmiyorum. Buradan sonra Artvin’deki Öğretmen Okulunun tutuk evi haline getirilen kısmına götürdüler. Yaklaşık 2 hafta orada kaldım. Oradaki süre içerisinde hakaret, sopa, kaba dayak, gece uykusuz bırakmak, soğuk havalarda at yürüyüşü, eşek yürüyüşü denilen garip eğitimler şeklinde muameleler gördüm. Burada da görevli Binbaşı Ahmet SELEK vardı. Bir yüzbaşı vardı ama ismini hatırlamıyorum.
21 gün gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldım. Sürmene Lisesine eğitimime devam ettim. 1981 yılı Temmuz ayında 9. Kolordu Sıkıyönetim Mahkemesi hakkımda tutuklama çıkarmış, tutuklandım. 9 ay Erzurum 3 nolu cezaevi ve 1 nolu cezaevinde tutuklu kaldım. Bu cezaevlerinde her gün sopa yedik. Yemek konusunda sıkıntımız vardı, uygunsuz ve pis yemek yedirdiler. Yemeğin içerisinde örneğin bir kıl yumağı ya da bir farenin kuyruğu çıkıyordu. Hakaret, küfür, tehdit tarzı muameleler oluyordu. Bu cezaevlerinde sorumlu olarak bir yüzbaşı vardı, cezaevi müdürü idi. Hatta kendisine karateci yüzbaşı diyorlardı. Kendisi karate yaparak bizi dövüyordu.
Dilekçemde belirttiğim ve ifademde belirttiğim kişilerden şikayetçiyim, cezalandırılmasını isterim dedi.”

Müşteki Reşat KESKİN (2011/860 Sor. , 22/11/2011 tarihli beyanı aynen): “Ben 12 Eylül 1980 öncesi o zamanki siyasi ve ideolojik gruplaşmalar nedeniyle kurmuş olduğumuz ve yasal olan DİYARBAKIR DEVRİMCİ GENÇLİK DERNEĞİ’nin kurucularındandım. Darbe yapıldıktan sonra yasal olmasına rağmen derneğimizi gizli örgüt kapsamına sokarak, örgüt yöneticisi olarak beni Diyarbakır’da gözaltına aldılar. Darbe öncesi Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü öğrencisiydim. Darbeden 2-3 gün sonra gözaltına alınarak Diyarbakır Emniyetindeki 1. Şubeye götürüldüm. Orada 1 gün gözaltında kaldıktan sonra ertesi gün bizi Diyarbakır Askeri Savcılığının binasının bulunduğu yere götürdüler. Orada minibüsten indirdiler, gözlerimiz açıktı.Orada dosyamıza savcının baktığını söylediler. Ancak bizim herhangi bir şekilde ifademizi Savcılıkta alınmadı. Ancak 1. Şubede gözaltına alındığım gün alınmıştı. Orada ağır bir işkence görmedim. Ancak polisin sorduklarına bilmiyorum diye sürekli cevap vermem üzerine, polis bir sopayla omzuma vurdu, bunun ifadesini bu şekilde yazın, nasıl olsa daha sonra bülbül gibi konuştururuz diye söylemişti.
Askeri Savcılığın bahçesinde bulunduğumuz sırada, Savcılık binasına yaklaşık 100 metre mesafede bulunan, taş duvarlı, tek katlı bir bina vardı. Orada bulunduğum sırada bu binadan bir polis çıktı, Savcılık binasına girdi, oradan da çıkarak bizim bulunduğumuz yere gelerek, bizim başımızdaki polislerle konuştu. Bu polis sivil giyimli, üzerinde alt kısmında mavi kot pantolon ve çizgili bir spor ayakkabı, üst kısmını dikkatimi çekmemişti. Savcılığın bahçesinde bekletildikten sonra bizi tekrar minibüse bindirdiler, gözümüzü bağladılar, minibüse 5-6 kişi bindirilmiştik, toplam 13—14 kişi vardı, geri kalan Savcılığın bahçesinde kalmıştı. Bizi gözümüz bağlı olarak minibüse bindirdikten sonra tahmin ediyorum, Askeriyenin içerisinde gezdirdiler. Sonra belli bir yerde minibüsten indirdiler, gözümüz bağlı olarak yaya yürüttüler. Yaya yürürken bizim dağlık taşlık yerlerde yürüdüğümüz izlenimini vermek için başınızı eğin, taşa değmesin, şu köprünün altından geçeceksiniz şeklinde sözler söylüyorlardı. En son yaya olarak bir binaya sokulduk. Orada gözaltında yaklaşık 33 gün kaldım. Kaldığım süre içerisinde 3-4 kez falaka dayağı yedim. En az 7-8 kez vücuduma elektrik verilerek işkence yapıldı. Elektrik işkencesi yapılırken sandalyeye oturtularak ellerim arkadan bağlı şekilde bulundurulurken arkamdaki polisin sorduğu sorulara istediği cevabı vermeyince el ve ayaklarıma bağlı olan elektriğe arkamdan nasıl olduğunu bilmediğim şekilde akım vererek elektrik işkencesine maruz bırakılıyordum. Başka bir elektrik verme yöntemi ise çıplak vaziyette Filistin Askısı denilen bir kalasla asılarak vücudumun çeşitli yerlerine, cinsel organıma, diş ve kulağıma elektrik veriliyordu. Bu şekilde elektrik işkencesine 2 ya da 3 kez maruz kalmışımdır. Bunun dışında koşturarak duvara kafamızı vurdurma, üzerimize kum torbası sallayarak çarptırma, günlerce ayakta uykusuz bekletme şeklinde oluyordu. İşkence odalarında genellikle işkence yapılıyordu. Burada yukarıda anlatmış olduğum ilk gözaltında kaldıktan sonra Askeri Savcılığın bahçesinde mavi kot pantolonlu ve çizgili spor ayakkabılı polisin ayak kısmını ve pantolonunun alt kısmını gözbağımın alt kısmından gördüm. O zaman buranın Askeri Savcılığın bahçesinde tarif ettiğim tek katlı bina olduğu kanaatine vardım. Burada gözüm sürekli bağlı olduğu için işkence yapan kişileri hiç görmedim. Bulunduğumuz yerde işkence sürekli devam ediyordu. Yapılan işkencelerden dolayı sürekli bağırma, çağırma sesleri duyuluyordu. Burada 33 gün kaldıktan sonra Askeri Savcılığa çıkarıldım. Askeri Savcı ifademizi alarak Mahkemeye sevk etti.
Mahkemenin tutuklama kararı vermesinden sonra beni Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevine gönderdiler. Cezaevinde ilk 2-3 ay bir sıkıntımız olmadı. Yemekler güzeldi. Kitap okuma imkanlarımız vardı. Fazla bir sıkıntı çekmedik. Ancak bu süre sonunda cezaevine İç Güvenlik Amiri olarak atanan Yüzbaşı Esat Oktay YILDIRAN atandıktan sonra kötü uygulamalar başladı. İlk önce yemeklerde zorla dua yaptırılmak istendi. Önce duaları yapmamak için direndik, çünkü bunu yaptığımız takdirde arkada istemediğimiz başka şeyler de yaptıracaklardı. Zorla yaptırılmasına karşılık cezaevinde tutukluların büyük bir bölümü açlık grevine başladı. Zamanla açlık grevinden bazı koğuşlar vazgeçtiler. Çünkü açlık grevinden vazgeçip dua etmeyi kabul eden koğuşlara yemek veriliyordu. 8-9 gün bizim koğuş olarak açlık grevine devam ettik. Sonra biz de grevden vazgeçtik. Arkadan işkence uygulamaları başladı. Spor faaliyetlerini işkenceye çevirmişlerdi. Spor için havalandırma ya da koğuşlarda bulunduğumuz sıralarda zorla İstiklal Marşı’nı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni söylettirip, ezberlettiriyorlardı. Atatürk’ün hayatı ile ilgili bir kitap vardı. Bu kitabı nokta, virgül ezberlememizi istiyorlardı. Bir kelime hata olduğu zaman dayak ve işkence nedeni idi. Havalandırmaya çıkarıldığımız zamanlarda bir kişi hata yaptığı zaman havalandırmanın ortasında mazgalı kaldırtıp, kafasını oraya, lağımın içine sokturup, arkadan da bir tekme vurdurarak, bu kişinin beline kadar lağıma batmasını sağlıyorlardı. Koğuşa dönüldüğünde banyo yapacak herhangi bir suyumuz yoktu. Banyo yapmak için su verilmiyordu. Sadece günlük kişi başı 1 çay bardağı su düşüyordu. Onu da ancak içmek için kullanıyorduk. 3-4 kez ben de bu şekilde lağıma batırılma işkencesine maruz kaldım. Ancak cezaevinde kalıp da bu şekilde işkencelere maruz kalmayan kimse yoktur. Günlük arkadaşlar arasında konuşurken o gün 50’den aşağı sopa yemişsek kendimizi şanlı görüyorduk.
Bunların dışında banyoya gidip gelirken mutlaka dayak oluyordu. Görüşümüze akrabalarımızın gelmesini istemiyorduk. Çünkü 2-3 saniye bir süre veriliyordu. Yakınımıza nasılsın diyip cevap alamadan düdük çalınıyor, sopa yememek için tekrar içeriye kaçmak zorunda kalıyorduk. Dolayısıyla bu durumu ailemizin görmesini istemiyorduk. Koğuş yaşamı ve cezaevi içerisinde oturmak, kalkmak, gülmek, konuşmak suç sayılıyordu. Bu işkenceler bahsettiğim gibi cezaevinde ilk 2.5-3 ay hariç, kalmış olduğum 2.5 yıl boyunca devam etti. 2.5 yıl sonra tahliye oldum. Diyarbakır 5 nolu cezaevinde kaldığım süre içerisinde uğradığım işkencelerden dolayı sorumlu olanlardan İç Güvenlik Amiri Esat Oktay YILDIRAN daha sonra öldü. Yine 7. Kolordu Komutanı ve Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Kemal YAMAK da öldü. İşkence yapan gardiyanlar, askerler ve sorumlu olan diğer kişilerden ve darbeyi yapan Kenan EVREN ve diğer Komutanlardan ve Adalet Bakanından şikayetçiyim dedi.”

Müşteki Metin TERZİ (2011/861 Sor. , 14/11/2011 tarihli beyanı aynen): “Ben 1980 askeri darbesinden sonra 25/01/1981 tarihinde gözaltına alındım. Diyarbakır’da 1 nolu şube siyasi suçlara bakıyordu. Oraya götürüldüm. Gözlerim bağlı olarak götürülmüştüm. 2 ay boyunca gözaltında kaldım. Gözaltında iken gözlerim hiç açılmadı. Benim hakkımda Devrimci-yol örgütü üyeliğinden soruşturma yapıyorlardı. Benim örgütle bağlantımı ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Gözaltında kaldığım süre içerisinde sürekli falaka dayağı, jopla dövme, Filistin askısına asılarak uzuvlarıma elektrik verilmesi şeklinde işkenceler devam etti. İşkence bittiğinde dinlenmememiz için oturmamıza izin verilmiyordu. Bayılana kadar bu işkenceler devam ediyordu. 2 aydan sonra Savcılığa çıkarıldım. İfadem alındı. Mahkemece tutuklandım. Yine Diyarbakır 5 nolu cezaevine konuldum. Girişte bütün gelenlere uygulandığı gibi bir hoş geldin dayağı attılar. Cezaevi sürecinde bizi hücrelere koydular. Hücrelerden televizyonlu olanı mı yoksa banyolu olanı mı tercih edersiniz diye soruyorlardı. Televizyonludan kasıt üst kattaki hücrelerin camı kırıktı. Ondan bahsediyorlardı. Banyolu hücreler ise alt kattaki içerisi lağım dolu olan hücrelerdi.
İlk gittiğimde cezaevinde hücrelerde 20 gün kaldım. Cezaevinde işkence yapmak için mutlaka bir neden bulup bizi dövüyorlardı. Banyoya gittiğimizde sürünerek tekrar koğuşa gitmemizi istiyorlar, üzerimizi de değiştirtmiyorlardı.
Koğuşumuz küçük bir koğuştu, daha doğrusu daha önce işyeri olarak planlanmış ancak tutuklu sayısı fazla olunca koğuşa çevrilen bir yerdi. 173 kişi bu koğuşta kalıyorduk, normalde 50 kişinin birlikte kalamayacağı bir yerdi. Pencereleri hiç açtırmıyorlardı.
Bir defasında cezaevinin havalandırmasında buz üzerinde bizi koşturdular, buz yumuşadıktan sonra kırdırdılar, daha sonra da kırılan sulu buzun üzerinde süründürdüler. Sonra da o elbiselerle ıslak ve çamurlu vaziyette akşama kadar bulundurdular.
Bu uygulamalar nedeniyle bir Ahmet amca dediğimiz 70 yaşındaki kişi rahatsızlandı, apar topar mahkemeye çıkarıp tahliye ettiler. İşkenceler fasılasız olarak her gün devam ediyordu. Cezaevinde bize işkence yapanlar ve dayak atanlar genel olarak askerler emirle bu işleri yapıyorlardı. Cezaevinde gözlerimiz açık vaziyette idi. Askerlerden işkence için uyum sağlayamayan kişileri ayırıp geri gönderiyorlardı. İşkenceye uyum sağlayan kişilere görev yaptırıyorlardı.
Hatta bir defasında bir askerin gece bizi dövmek için iki defa nöbete kalkıp uykusundan uyandığını belirterek bize kızıp bu nedenle bize dayak attığını da hatırlıyorum.
Bir defasında havalandırmada hepimizi toplayıp yoğun bir şekilde dayak attılar. Bu dayak neticesinde 2 arkadaşımız felç oldu, 2 kişi de akli dengesini kaybetmişlerdi. Akli dengesini bozulanlardan bir tanesinin ismi Sabahattin idi. Diğerlerini hatırlamıyorum. Daha sonra bildirebilirim. Ben cezaevinde yaklaşık 5 yıl 3 ay kadar kaldım. Tutuklu olarak kaldım, sonunda da beraat ettim. Bahsettiğim şekilde işkenceler 1984 yılının Haziran ayına kadar devam etti. Ondan sonra kaba dayak bitmişti, ancak 8 ay havalandırmaya çıkmadığımız oldu.
1984 yılının Ocak ayında cezaevinde işkenceleri ve uygulamaları protesto etmek amacıyla açlık orucu uygulaması başlattık. Bu dönemde Diyarbakır cezaevinde Cemal ARAT ve Orhan KESKİN açlık grevinde öldü. 2 kişi baskılara dayanamayarak kendini astı. Bunlardan birinin adı Remzi AYTÜRK, diğerini hatırlamıyorum. Bir kişi de kaba dayaktan öldü, bu kişi ise Necmettin BOYÜKKAYA’ dır.
Bizim tespit edebildiğimiz Diyarbakır Cezaevinde ihtilalden itibaren 1984 Nisan’ına kadar olan süreçte 54 kişi hayatını kaybetti. Dışarıda ve diğer yerlerde ölenlerin sayısını bilmiyoruz.
Gözaltında bulunduğum sürede gözüm bağlı olduğu için bana kimlerin işkence yaptığını bilmiyorum. Diyarbakır Cezaevinde ise İç güvenlik Amiri Esat Oktay YILDIRAN ve Cezaevi müdürü olan binbaşının ise ismini hatırlamıyorum. O dönem cezaevinde ve gözaltında bana işkence eden bunun için emir veren kişilerden şikayetçiyim.
Ben tanık olarak cezaevinde işkence döneminde benimle birlikte kalan Fikret DENİZ, İsmail NAKİPOĞLU, Ali DEMİRAK ve tespit edeceğim diğer tanıklarımı bildireceğim dedi. Devamla gözaltında kaldığım sürede gözümün sürekli bağlı olması nedeniyle burnumun üzerinde halen iz vardır. Parmak aralarımda da mermi konularak parmaklarımın sıkıştırılması nedeniyle iz kalmıştır.
12 Eylül dönemindeki soruşturmalarda cezaevinde yaklaşık 150’den fazla kişi diğer insanlar aleyhine ifade vererek itirafçı olmaya zorlanmışlardır. Bu kişilere de aynı işkence yöntemleri uygulanmıştır.”

Müşteki Cumhur YAVUZ (2011/858 Sor. , 15/11/2011 tarihli beyanı aynen): “Ben dilekçemde ayrıntılı olarak bana yapılan işkenceleri belirttim. Gözaltında bulunduğum yerlerde gözlerim bağlı idi. Fatsa’da gözaltında bana işkence yapan kişilerden bir tanesinin Başkomiser Mustafa YAYLA olduğunu bana bir yer gösterme yaptırdıkları sırada gözlerimi açtıklarında “Yer burası” diye söyleyen kişinin daha önce bana işkence yapan kişi olduğunu, daha önceki sesinden tanıyarak tespit ettim. Diğer polis memurları Tuncer MEKİK, Yemen TÜRKAN, Ali AY’ı ise daha sonra yazılan Fatsa Gerçeği isimli kitapta Mustafa YAYLA’nın ekiplerinde bu polislerin isminin geçtiği için bu polisleri de teşhis ettim. Ünye Karakoluna gözüm açık götürüldüğüm için işkenceyi yapan Başçavuş Ramazan KARTLAK ve emrinde görev yapan askerleri teşhis ettim. Askerlerin isimlerini bilmiyorum. Ankara Mamak Cezaevinde bize işkence yaptıran Cezaevi Müdürü Albay Raci TETİK, diğer isimlerini hatırlamıyorum. Aydın Cezaevine gönderildiğimizde maruz kaldığım işkenceleri anlattım. Orada çıplak olarak yediğim dayaktan yumurtalığımın bir tanesi ezilmişti. Ayrıca bacağım da 1 yıl bükemedim. İşkence yapan diğer kişilerin adlarını bilmiyorum. İlgili cezaevlerinde o tarihte görevli olanlar tespit edilebilir. Ben 02/12/1980 tarihinde gözaltına alındım. Gözaltında Ünye ili Erenyurt beldesinde karakol haline getirilen Merkez İlköğretim Okulunda yaklaşık 14 gün kaldım. Sonra toplama kampına dönüştürülmüş Fatsa Et Balık Kurumuna götürüldüm. Orada ilk sorgum 11 gün sürdü. Fatsa’dan sonra Ünye’ye götürüldüm. Orada 2 gün kaldım. Ünye’den sonra Perrşembe Eğitim Enstitüsüne götürüldüm. Orada tahminime göre 14 gün kaldım. Oradan da Ordu Efilli Cezaevinde Müşehade Koğuşuna gittim. Orada tutuklandım. 1981 yılı tahminime göre Mayıs ayında Amasya Cezaevine sevk edildim. Amasya’da 1982 yılına kadar kaldım. 1982 Ocak ya da Şubat ayında Mamak Cezaevine gönderildim. 1 ay sonra tekrar Amasya Cezaevine gittim. 1983 yılında Haziran ayında tekrar Mamak Cezaevine getirildim. 1988 yılına kadar Mamak Cezaevinde kaldım. Oradan Eskişehir E Tipi Cezaevine sevk edildim. Burada 1 yıl kaldım. Ondan sonra da Aydın E Tipi Cezaevine sevk edildim. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi bana idam cezası vermişti. 1991 yılında çıkarılan Şartlı Tahliye Yasasından Aydın Cezaevinden tahliye oldum.
Dilekçemde belirttiğim ve ifademde belirttiğim kişilerden ve tespit edilecek kişilerden şikayetçiyim, cezalandırılmasını istiyorum.”

Müşteki Osman BAŞER (2011/1290 Sor. , 09/12/2011 tarihli beyanı aynen): “Ben 12 Eylül askeri darbesi olduğu sırada Ankara Abidinpaşa Kartal Tepe’de bulunan Abidinpaşa Endüstri Meslek lisesinde öğrenciydim. Askeri darbe yapıldıktan sonra 8 gün sonra bir gece vakti benim evime başlarında Başkomiser POL-DER’li Zeki KAMAN olan asker ve polislerden oluşan grup gelerek beni gözaltına alıp 4. Kolordu Komutanlığı 28. Mekanize Piyade Tümeni içerisinde bulunan C-5 isimli bloka götürdüler. Orada bana polis Osman BAKIR’ı kim öldürdü diye sordular. Ben ilgim olmadığını söyledim. Ancak bana işkenceye başladılar. Yaklaşık 1 hafta 10 gün boyunca işkence ettiler. Bu süre zarfında beni Filistin askısı denilen askıya aldılar. Falakaya yatırdılar. Çırılçıplak soyup cinsel organıma, dilime, parmaklarıma ve vücudum çeşitli yerlerine elektrik verdiler. Çırılçıplak vaziyette iken bizi ıslatıp, günlerce çıplak vaziyette aç, susuz o şekilde bekletiyorlardı. Soğuktan tir tir titriyorduk. Bu işkenceler yapıldığı sırada Erzurum’dan Ömer Haluk PİRİMOĞLU isimli şu an işadamı olan kişi de getirilmişti. Aynı işkenceleri o da görmüştür. Bu 1 hafta on günlük süre içerisinde Emine PEKGÖZ isimli emekli hemşireyi tanık olarak getirip, beni teşhis ettirdiler. Emine PEKGÖZ beni göstererek ‘Polis Osman BAKIR’ı vuran kişi bu’ diye söyledi. Daha sonra mahkemede de Emine PEKGÖZ aynı şekilde tanıklıkta bulundu.
Bu tanıklıktan sonra işkencelere dayanamayarak ben Osman BAKIR’ı vurduğumu söyledim. Bana bunun üzerine ‘Kim emir verdi’ diye sordular. Emri sana Ankara Ülkü Ocaklarında yönetici olan Cabbar KANAT mı verdi. Yoksa Ankara Ülkü Ocakları Başkanı Ali UZUNIRMAK mı verdi diye sordular. Ben işkenceden dolayı bu kişilerin bana talimat verdiğini söyleyerek hayali bir senaryo uydurdum. Ancak senaryo gerçeğe uymuyordu.
Bu suçlama dışında benim oturduğum mahallede meydana gelen ve şu an hatırladığım Salim KABAK’ın evinin bombalanması, Mehmet PATIR’ın evinin bombalanması, Hüseyin isimli kişinin evinin bombalanması, Sabri YİĞİT’in öldürülmesi, bunun dışında da hatırladığım çeşitli kurşunlama vs. suç olaylarını benden sorup, bilgi almak istiyorlardı. Bunların faillerini kim olduğunu söylemem için bana işkence yapıyorlar, bunları benim yaptığımı, bu nedenle kabul etmemi istiyorlardı. Yapılan ve devam eden yukarıda anlattığım işkenceler nedeniyle bu suçları da üzerime almak zorunda kaldım.
Gözaltı süreci devam ederken bizi ara sıra Mamak Askeri Cezaevinde bulunan B Bloktaki koğuşlara götürüyorlardı. Orada da her gün en az 100 sopa yiyorduk. Sopa atarken cop kullanıyorlardı. Sabah akşam alınan sayım için dışarı çıktığımızda koşarak çıkıyorduk. Sağlı sollu askerler dizilmiş vaziyette hepsi bizi copluyorlardı. Biz de en az dayak yemek için daha hızlı koşmak zorunda kalıyorduk. Bunun dışında günlük 3 öğün yemek almaya gittiğimizde, havalandırmaya çıktığımızda, ziyaretçimiz geldiğinde, dayak yiyorduk. Bu faaliyetler sırasında, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, Onuncu Yıl Nutku, İstiklal Marşı’nın belli bir kıtasını söylememizi istiyorlardı. Söyleyemediğimiz ya da ezbere okuduğumuz halde yanlış okudun diyerek dayak atıyorlardı. Bu dayaklardan sürekli yedim. Bizi banyoya götürüp çırılçıplak halde sopa atıyorlardı. Bu banyodaki sopalardan dolayı Mamak Askeri Cezaevinde benim gözümün önünde Bekir BAĞ ve Hasan ALEMLİOĞLU öldü. Tutulan tutanaklarda bunların kendilerini asarak öldükleri belirtildi. Oysa kaldığımız cezaevinde bir mahkumun kendisini asabileceği hiçbir kısım yoktu.
Soruşturma işlemlerinin yapıldığı gözaltı olarak kullanılan yerde dosyalarımız gündeme geldikçe tekrar cezaevinden alınıp, gözaltında bulunduğum yere götürülerek tekrar sorgulanıyorduk. Bu sorgulamalar sırasında da yukarıda bahsettiğim dayak, falaka, elektrik verme, Filistin askısında bekletme, üzerime su sıkılarak çıplak olarak bekletme şeklinde işkenceler görüyordum. Ben MHP ve Ülkücü kuruluşlar davasında 223. sanık olarak yargılandım.
Cezaevinde ya da gözaltında işkenceden geçirildikten sonra bizi revire götürüp, bir ağrı kesici vererek geri gönderiyorlardı. Üstüm başım gördüğüm işkencelerden dolayı kan olduğunda ailelerimizden temiz elbise isteyerek, temiz elbiseleri verip kanlı elbiseleri alıyorlardı. Bir defasında benim kanlanmış olan elbiselerimi Ankara İl Emniyet Müdürlüğünde bekçi olan ve aynı zamanda komşum olan Necati ŞİMŞEK benim temiz elbiselerimi alıp, kanlı elbiselerimi almıştı.
Ben Askeri Sıkıyönetim Mahkemesinde MHP ve Ülkücü kuruluşlar davası açılana kadar hem bahsettiğim cezaevinde hem de gözaltında kaldım. Bu süreler boyunca sürekli bahsettiğim işkencelere maruz kaldım. Bu işkenceler nedeniyle bir defasında tüm vücudum mosmor olmuştu. Dışkapı Askeri Mevki Hastanesine kaldırıldım. Orada 45 gün yattım. Sorgulamayı yapanlar benim ölmemi bekliyorlardı. Ancak iyileştim. O dönemde Mevki Hastanesi tabiplerinden Binbaşı Tabip Selim KAPTANOĞLU ve Tabip Albay Mehmet ÜNLÜ benim yattığıma ve durumuma şahittir. Ancak kendileri bana işkence raporu veremeyeceklerini söylediler. Bunların dinlenmesini isterim.
Ben mahkemeye çıkınca polis memuru Osman BAKIR’ın öldürülmesi ile ilgili olay günü hava durumunun nasıl olduğunun tespit edilerek, olay yerinde uygulama keşif yapılmasını istedim. Mahkeme talebimi kabul etti. Yapılan keşifte görevlendirilen Bilirkişi havanın sisli olması nedeniyle tanık Emine PEKGÖZ’ün bulunduğu yerden benim bulunduğum yeri net olarak göremeyeceğini siluet şeklinde görebileceğini söyleyerek, bu kişinin tanıklıktan düşürülmesini istedi. Ayrıca Özgür ŞAHİN ve Ayşe GÜDEK isimli DEV-YOL sanıklarda öldürülen polisin beylik tabancası ve kafasına isabet eden mermi çekirdeğine uygun tabanca yakalanması, onların da olayı kabul etmesi ve sonucunda da o dava dosyasının istenerek incelenmesi neticesinde ben yapılan yargılamada polis memuru Osman BAKIR’ın öldürülmesi olayından delil yetersizliği nedeniyle beraat ettim. Benim Osman BAKIR davasında verdiğim ifadeler o tarihte Yeni Düşünce Dergisinde yer almıştı. Bunu da dilekçe ekimde sundum.
Benim yukarıda belirttiğim Osman BAKIR olayı dışındaki diğer olaylarla ilgili de işkence yaparak benim bir kısım silah ve mermileri teslim ettiğime dair ifade ve tutanak imzalatmışlardı. Bu ifade ve tutanakları Savcılığa intikal ettiğinde ifadem sırasında Cumhuriyet Savcıları Nurettin SOYER, Fahrettin DEMİRAL, Orhan YALÇINKAYA ve Erkan BAŞER’e bana işkence yapıldığını, bu ifade ve tutanakların işkenceyle imzalatıldığını söyledimse de beni dinlemediler ve ifademi dahi zapta geçmeden götürün dediler.
Ben yapılan yargılamalar ve işkence ile imzalatılan ifadelerimde suçlamaları kabul etmem nedeniyle 36 yıl ağır hapis cezasına mahkum oldum. Ankara Mamak Askeri Cezaevinde 7 yıl, Eskişehir Özel Tip Cezaevinde 2 yıl, Bursa Özel Tip Cezaevinde 2 yıl 11 gün, toplam 11 yıldan fazla cezaevlerinde yattım. 3713 sayılı yasadan yararlanarak tahliye oldum.
Ben yukarıda söylediğim gibi dava açıldıktan sonra da sonuçlanana kadar Mamak Askeri Cezaevinde kaldım.
Mamak Askeri Cezevinde 1987 yılına kadar kaldım. Bu tarihe kadar cezaevinde sürekli işkence gördüm. Cezaevinde telefon, televizyon, gazete, radyo hiçbir şey yoktu. Günlük olarak sayıma çıkışlarda rutin dayak yiyorduk. Cezaevi Müdürü Albay Raci TETİK cezaevinin bir kulesi vardı, oradan aşağıya bakıyordu, aşağıda mavi bereli askerler bizi yere yatırıp, üzerimizde botla geziyorlardı. Cezaevinde elektrik verme dışında diğer yukarıda anlattığım bütün işkenceleri gördüm. Günlük rutin olarak dayak yiyordum. Mesela; aynasız tıraş olmak zorunda kaldığımız için hafif bir sakal kalsa bundan dolayı dayak yiyordum. Sebepsiz yere de günlük dayak yiyordum. Mesela ziyaretçimiz gelse onların yanına giderken dayak atıyorlardı. Toplu olarak bulunduğumuzda bir arkadaşımız hata yapsa ondan dolayı hepimiz dayak yiyorduk. Dayak yemek için herhangi bir nedene gerek yoktu. Bir şeyi bahane edip, dayak atmanın yolunu buluyorlardı.
Cezaevinde bize işkence yapan kişiler askerlerdi. Bunların başlarında subay ve astsubay bulunuyordu. Bu askerler askere alındıktan sonra acemi birliği eğitimini takiben iç güvenlik adı altında eğitime alınıyor, orada 1980 öncesi asker, polis ne kadar cinayet olayı varsa bunlara anlatılıyordu. Bu eğitimden sonra askerler kendilerine anlatılan olaylardan sonra intikam hissiyle hareket eden insanlara dönüşüyorlardı. Bizleri insan olarak değil de birer cani olarak görüyorlar ve o şekilde acımasızca işkence ediyorlardı. Askerlerin cezaevine gelmeden önce bu şekilde eğitim aldıklarını ben kendilerinden bizzat dinledim. Hatta bu şekilde eğitim alan Bingöl’ün Genç ilçesinden Ali GÜLELİ bu şekilde almış olduğu eğitimi bize anlattığı için tutuklanarak asker koğuşuna konulmuştu, sonra ne olduğunu bilmiyorum.
Cezaevinde gördüğümüz işkenceyi gerçek anlamda anlatabilmek mümkün değildir. Bu işkencelerin mahiyeti ancak yaşanıldığı takdirde anlaşılabilir.
Cezaevindeki şartlar çok kötüydü. Yemeklerden avuç avuç kum çıkıyordu. Yemek içerisinden çorap, askeri bot, fare, palaska, bot altındaki keçe çıktığı oluyordu. Bunlar yemeğin içine atılarak bizlere veriliyordu.
Cezaevinde bahsetmiş olduğum İç Güvenlik Komutanı Albay Raci TETİK en üst yetkili kişiydi. Onun üzerinde bağlı olduğu Tümen Komutanı ve 4. Kolordu komutanı vardı. Cezaevinde Raci TETİK’in altında Yüksel Yüzbaşı, Şuşut Binbaşı ve Yozgatlı Tankçı Binbaşı Ahmet isimli kişiler vardı.
Benim Mamak Cezaevinde kaldığım sürede daha sonra Bakanlık yapan Namık Kemal ZEYBEK, Yaşar OKUYAN, Necati GÜLTEKİN Paşa, Albay Tahsin ÜNAL, Albay Ahmet ER, Kurmay Yarbay Şakir ÖNER de gözaltına alınıp, Mamak Askeri Cezaevinde aynı muameleleri görmüşlerdir. Bu kişiler cezaevinde yaklaşık 15 gün kaldılar, sonra Merkez Komutanlığı içerinde bulunan Dil Okuluna götürüldüler. Taha AKYOL da Mamak Askeri Cezaevine getirilenlerdendi. Taha AKYOL ile Albay Ahmet ER Mamak Askeri Cezaevinde kafese konulduğunda ben de aynı yerdeydim.
Mamak Askeri Cezaevinde Kafes denen yere mahkemeye çıkıp tutuklanan kişiler getiriliyordu. Burası aynen hayvanat bahçelerindeki aslan ve kaplanların konulmuş olduğu demirden bölmeli kafes şeklindeydi. Ortasında bir duvar vardı. İki bölmeden oluşuyordu. Bir tarafa Sağcılar, öbür tarafa Solcular konuluyordu. Burada her şeyi izinle yapmak gerekiyordu. Oturmak, kalkmak, sağa dönmek, sola dönmek, tuvalet ihtiyacı gidermek, her şey izne bağlıydı. Kafesteyken yürüyüş esnasında asker kıt a dur komutu verince durduk. O anda kurşuna dizileceğimizi düşünerek yanımdaki arkadaşa ‘kardeş bizi öldürecekler, hakkını helal et’ diye söylemem üzerine bunu duydular. Beni kafesten çıkarıp alt katta gaz odası denilen boş bir odaya götürdüler, orada bana 1,5-2 saat cop, tekme, palaska ile dövdüler, sonra tekrar kafese götürüp attılar. Kafeste hata yapan ve cezalandırmak istedikleri kişileri bu şekilde cezalandırıyorlardı. Ben kafes denilen yerde 1 hafta kaldım. Bu kaldığım sürede üzerimdeki elbiselerle üzeri açık olan ortamda kaldım. 1 saatte bir asker nöbet değişimine geliyor, 10-15 dakika yerinde sayma ve yürütme şeklinde talim yaptırıyorlardı. Buranın altı betondu. Isınmak için battaniye yorgan hiçbir şey yoktu.
Mamak Cezaevinde kaldığım sürede 3 defa hücreye atıldım. Bunlardan bir tanesi mahkeme salonunda toplu olarak İstiklal Marşı okumamdan dolayı,bir tanesi cezaevinde cemaatle namaz kıldığımdan dolayı, bir tanesinde de sayım sırasında yavaş ve isteksiz davrandığım iddiasıyla ceza aldım. Bu hücre cezaları birincisi 10 gün, ikincisi 12 gün, sonuncusu da 7 gündür. Konulduğumuz hücreler 70x70 cm ebadında, içerisinde ördek denilen lazımlık dışında hiçbir şey olmayan, dinlenmek için oturma imkanı bulunmayan, dar yerlerdi. Dinlenmek için çömeliyorduk. Ayak uzatma imkanı olmadığı için ağrıyordu. Bazı zamanlarda dinlenebilmek için amuda kalkar gibi ayağımızı yukarı kaldırıp o şekilde kalıyorduk. Hücrede bulunan lazımlığa ihtiyacımızı gideriyorduk. Sayım zamanları bunları döktürüp, yıkatıyorlardı. Hücreye günde 1 defa sadece öğlen saatlerinde yemek veriyorlardı. Hücre cezaları boyunca dışarıya çıkamadım, dışarıya çıktığımda yürüyemiyorduk, kabız oluyorduk, sakalımız da uzamış oluyordu. Bu hücreler askeri ihtilalden sonra yapılmış, halen de duruyor. Gidip gördüm.
12 Eylül darbesinden sonra Abdullah ÇATLI dışarıdayken ASALA terörüne karşı faaliyet göstermek üzere Kenan EVREN’le Bahçelievler sanıklarının ceza almaması ve Alparslan TÜRKEŞ’in tahliye edilmesi karşılığında anlaşmışlardır. Bu Sabah Gazetesinin 7 Haziran 2010 tarihli sayısında yer aldı. Haluk KIRCI’yla bu konuda röportaj yapıldı. Bu röportaj yer almıştır, ayrıca Haluk KIRCI şu an Bolu M Tipi Kapalı Cezaevindedir. Kendisinin bilgisine başvurulabilir.
Dilekçem ekinde yer verdiğim gazete küpüründe de anlaşıldığı üzere Zaman Gazetesi’nin 21 Ekim 1990 tarihli nüshasında Fehmi KORU tarafından Kenan EVREN’in el yazısı notlarına yer verildi. Kenan EVREN notlardan anlaşıldığı kadarıyla aşırıya giden solun karşısına sağı çıkarıldığını, bunun da bir hata olduğunu belirtiyordu. Ben bu yazıyı okuduktan sonra Kenan EVREN’e 9 soru sorarak yazılı olarak gönderdim. Aynı soruları Fehmi KORU’ya da gönderdim. Fehmi KORU bu sorularımı Zaman Gazetesinde yayınladı.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında yargılama yapılırken bizim hakkımızda iddianamede 765 sayılı TCK’nın 149, 168, 146 ve diğer bir kısım maddelerden cezalandırılmamız istenmişti. Hakkında dava açılan ancak firari olan kişilerin bazıları yurtdışında olduğundan iddianamedeki suçlar da siyasi suçlar olması nedeniyle dava devam ederken bizim suçumuz siyasi suçlardan çıkarılarak sevk maddelerimiz 313, 314, 448, 454 maddeleri şeklinde değiştirildi. Bundan sonra yurtdışına kaçan kişilerin iade talebi yapıldı. Dilekçem ekimde sunduğum Ek-3 belge Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesine Abdullah ÇATLI’nın iadesinin sağlanabilmesi için sevk maddelerinin siyasi suç olmaktan çıkarılması talebini içeren bir yazıdır.
Dilekçemde belirttiğim şüphelilerden gördüğüm işkenceler nedeniyle şikayetçiyim, gerekli soruşturmanın yapılarak cezalandırılmasını talep ediyorum.”

Müşteki Yılma DURAK (2011/1379 Sor. , 22/12/2011 tarihli beyanı aynen): “Ben 12 Eylül’den önce de şimdi olduğu gibi ticaretle uğraşıyordum. Erzurum’da Tek. Olpet isimli şirketimiz vardı. Şirket Kereste ağırlıklı faaliyet gösteriyordu. Ben Erzurum’da tahminime göre 1968 yılında MHP Erzurum İl Gençlik Teşkilatını kurdum. İl Gençlik Kolu Başkanlığını yaptım. Orada genel olarak Ülkücü gençlik hareketlerinin içerisinde ve yönetiminde bulundum. Erzurum’un kültür hayatında da bir yerimiz vardı. Babam Erzurum’un ilk matbaasını kuran kişiydi. Dolayısıyla Erzurum’un entelektüel çevresinde de ağırlığı olan bir aileydik. Ben Erzurum’da zaman zaman dergi ve gazeteler çıkardım. Özellikle Alparslan TÜRKEŞ Türkiye’ye geldikten sonra gençlik hareketleri hızlandı. O dönemde Erzurum Atatürk Üniversitesi bizim de çalışmalarımız sayesinde sürekli eğitim verebilen bir kurum haline gelmişti. Üniversiteye her kesimden gelen gençler çoğunlukla milliyetçi, vatansever insanlar olarak yetişiyordu. O dönemde Erzurum’a gelen Örsen ÖYMEN ve Engin KONUKSEVER gibi gazeteciler gelip benimle röportaj yaptılar. Ardından benim hakkımda “Doğunun Başbuğu” şeklinde bir sıfatla anılmaya başlandım. O dönemde Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin bu yapısından dolayı şu anki PKK’nın o zamanki temeli olan örgütler Erzurum Üniversitesi’nin tercih edilmemesi konusunda talimatlar veriyordu. O dönemde Erzurum’da Alevi dedeleri ile de toplantı yaptım. Bu hususta başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Erzurum’da 1980 öncesi hiçbir Alevi’ye yönelik bir saldırı olmamıştır.
1976 yılının sonunda ben İstanbul’a yerleştim. İstanbul’da gençlere yönelik vatanseverlikle ilgili eğitim çalışmaları yapıyordum. 1979 yılında İstanbul’da MHP İl Başkan Yardımcılığına seçildim.
12 Eylül İhtilali olduğunda Erzurum’daydım. Ailevi gelenekten dolayı çocuklarımın Erzurum’da doğmasını istiyordum. O tarihte çocuğumun Erzurum’da doğması için Erzurum’a gitmiştim. 5 Eylül 1980 tarihinde doğum oldu. 12 Eylül’den 1 gün sonra İstanbul’a uçakla gittim. 2 gün sonra geri Erzurum’a döndüm. Uçaktan iner inmez beni gözaltına aldılar. 2 astsubay, 1 polis uçakla İstanbul Maltepe Askeri Cezaevine götürdüler. Oraya gözüm bağlı olarak götürüldüm. Cezaevine girdiğimde yanımda Alfred Weber’in İktidar isimli bir kitabı vardı. Yanımdaki subay bu kitabı alıp bakarak bu Alfred Weber faşist bir kişi mi, sen hangi rütbedesin, Baki TUĞ’dan aşağıda mısın yukarıda mısın diye sordu, ben de MHP’de rütbe diye bir şey olmadığını söyledim. Cezaevinde gözüm bağlı olarak ellerimi duvara dayattılar. O şekilde dururken boynuma tahta kurusu boşalttılar. O şekilde dururken vücudum uyuştu. 6-7 saat o şekilde bekledim, aynı gün beni İstanbul Harbiye’de bulunan askeri casusların sorgulandığı yere götürdüler. Burası hücre şeklinde yapılmış, üzeri tel örgüyle kapalı olan bir yerdi. Konulduğum hücre yaklaşık 2.5 metreye 1.5 metre olan bir yerdi.
Vardıktan sonra benim gözümü bağlayarak beni sorguya götürdüler. Sorguya başlamadan önce ağır bir falaka dayağından geçirdiler. Sonra ayaklarım şişmişti, beni kumda yürüttüler. Ondan sonra sorguya başladılar. Anadan doğma çıplak olarak sorgu yapıyorlardı. Sorguda bana o tarihlerde Türkiye’de işlenmiş bütün siyasi cinayetleri sordular. Sen bu cinayetleri biliyorsun, bize söyleyeceksin diyorlardı. Hatta bana, bize gerçek bir olay anlat, bu olayda Alparslan TÜRKEŞ’in vermiş olduğu emirle alttaki kişiler bu cinayeti işlemiş olsun, sen de bunu duymuş gibi anlat, o zaman seni burada 1 gün bile tutmayacağız diye teklifte bulundular. Ancak ben kabul etmedim. Bana 38 gün, her gün işkence yaptılar. Her gün falaka, çırılçıplak vaziyette elektrik kablosunun bir ucunu erkeklik organıma, bir ucunu ise kulak memesi veya dilime veriyorlardı. Bu şekilde olunca kendimi adeta yere çarpılan bir top gibi hissediyordum. Bunun dışında Filistin askısına alıyorlardı. Şiddetli ağrılardan sonra vücudumu uyuşmasıyla adeta vücudumu hissetmemeye başlıyordum, başkasının vücudu gibi görüyordum. Vücuduma çırılçıplak soyduktan sonra hortumla su sıkıyorlar, sonra da elektrik veriyorlardı. Bütün vücudum mosmor olmuştu. 38 gün boyunca her gün bu işkenceler devam etti. Orada beni 2 ayrı ekibin sorguladığının farkına vardım. Şöyle ki akşam sorgulayan ekiple gündüz sorgulayan ekip aynı soruları soruyorlardı. Beni sorgulayan ekibin bir tanesinin polis, bir ekibin de MİT’ten olduğunu düşünüyordum. Beni hücreye götürüp getiren Mürsel adında bir çavuş vardı. O bana senin sorguna bir yarbay da katıldı dedi. Yarbayın ismini vermedi. Bu Mürsel isimli çavuşun bana herhangi bir kötü muamelesi olmamıştı. Bu sorgulamalar sırasında benden bir bilgi alamayınca ailemi ve çocuklarımı getireceklerini söylemişlerdi. Bir defasında hücreye götürüldüğümde hücrede Saliha isimli kızımı gördüm. Kendisine neden burada olduğunu, annesinin nerde olduğunu sormuştum. Arkasından bunun hayal olduğunu anladım ve kafamı duvarlara vurdum. Bahsettiğim 38 günlük işkenceli sorgunun ardından beni Selimiye Askeri Savcılığına götürdüler. Askeri Savcı beni vücudumdaki yaralardan dolayı Haydarpaşa Askeri Hastanesine sevk etti. Hastaneye gittiğimde vücudumun üst tarafının tamamını alçıya aldılar. Vücudumun her tarafı simsiyahtı.
Hastanede yatarken Hürriyet gazetesi ve Günaydın gazetesinde çıkan manşet haberlerinde benim cezaevinden kaçtığımı, kaçarken vurulduğumu, birinci ameliyatı geçirdiğimi, ikinci ameliyattan sonra komada olduğumu belirtiyordu. Bu haber üzerine oranın komutanları olan bir Tuğgeneral ve yanında diğer subaylarla birlikte beni kontrole geldiler. Sonra gittiler. Ertesi günü benim tedavim sonuçlanmamasına rağmen alçılarımı söküp hastaneden taburcu edip, Selimiye Cezaevine götürdüler. Hastanede 8-10 gün kalmıştım.
Selimiye Cezaevi Osmanlı döneminde at harası olarak yapılmış, daha sonra koğuş haline getirilmiş bir yerdi. Orada yaklaşık 1 ay kaldım. Koğuşlarda 10, 20, 30 kişi vs. kadar kalıyorduk. Benim koğuşum 20 kişilikti. Bu cezaevinde fiziki olarak işkence görmedim. Ancak Askeri Cezaevi olduğu için hareketler olumsuzdu. Buradan sonra İstanbul Kabakoz Askeri Cezaevine nakledildim. Orada 10 gün kaldım. Orada da fiziki olarak herhangi bir işkence görmedim. Ondan sonra Ankara Mamak Cezaevine otobüslerle sevk edildim.
Mamak Askeri Cezaevine geldiğimde orada Dış Kafes denilen bir yer vardı. Oraya gelen kişiler 24 saat falaka, dayak, askeri eğitimden geçiriliyordu. Orada alçak sesle askere komutanım demek, askerin yüzüne bakmak yasaktı. Başımız dik ve ufuk çizgisine bakmak zorundaydık. Aykırı davranış falaka nedeniydi.
Ben Mamak Cezaevinin Kafes bölümünde 3 gün kaldım. Burada bana falaka, dayak gibi işkence yöntemleri uygulandı. Bizi bu yöntemler ve ağır askeri eğitimlerle terbiye ettiklerini söylüyorlardı. Kafeste doktorlar gelip, bizi muayene ediyorlardı. Beni muayene eden doktor, revir defterine benim ellerimde, ayaklarımda ve vücudumda işkence izlerini yazdı. Mahkemeye dava açıldığında da bu revir defterinin sayfasını mahkemeye intikal ettirdik.
Mamak Askeri Cezaevinin B Bloğunun 13 numaralı koğuşuna yerleştirildim. B Blokta hem Solcular hem Sağcılar karıştır-barıştır yöntemiyle bir arada bulunuyorduk. Burada bir arkadaşımızı askerler hamama diye götürdüler, geldiğinde vücudu simsiyahtı, biz 3 gün ağzına pamukla su vermek suretiyle ona bakarak iyileştirdik. Koğuştan havlandırmaya çıkarken, sağdan soldan hayvanlar gibi dayak atıyorlardı. O yüzden koşarak gitmek zorundaydık. Her havalandırmaya çıkışta bu dayak faslı uygulanıyordu. O yüzden havalandırmaya çıkmak istemiyorduk. Ben raporlu olmama rağmen zorla çıkarıyorlardı.
Cezaevinde aynı ortamlarda bulunduğumuz Solcularla da görüşmemiz irtibatımız oluyordu. Bir gün DEV-YOL’culardan bir tanesi gece nöbeti sırasında benim cebime bir pusula koydu. Pusulaya baktığımda Devrimci Yol Merkez Komitesinin hakkımda ölüm emri verdiğini yazıyordu. Ben bu pusulayı bizim idareyle irtibatımızı sağlayan Şahin BİLGİÇ’e verdim. O da idareye verince koğuşta arama yaptılar. Kaldığım koğuşta öldürmek için hazırlanan şişler bulundu. Beni A Bloktaki tecrit hücresi denilen yere götürdüler. Orada karıştır-barıştır projesi kapsamında Bahar ÇETİNTAŞ, Bülent FORTA ile birlikte kaldım. Hücrede bunlarla değişik zamanlarda kaldım. Hücrede 2 kişi kalıyorduk. Burada 2 katlı tahtadan yapılmış bir ranza vardı. Ranzanın yerin darlığı nedeniyle iki tarafı da duvara dayalıydı. Hücrenin ön tarafı demir parmaklıklarla kapalıydı. Karşıda nöbet tutan asker sürekli bizi görüyordu. Hücrede kaldığım kişiyle değişerek üst ranzalarda yatıyorduk. Ranzanın ön tarafı sadece bir kişinin yürüyebileceği bir bölüm olması nedeniyle burada da ikişer saatlik bölümlerde değişerek volta atıyorduk. Kalktığımızda sürekli yukarıya ufuk çizgisinin olduğu yüksekliğe bakmak zorundaydık, aşağıya baktığımızı asker gördüğü takdirde bu dayak ve işkence sebebiydi. Hücrenin önünde nöbet tutan asker elinde sigara bağrı açık şekilde dolaşıyordu. Adeta bu askerler alameti farika diyebileceğimiz bir üstünlükleri vardı. Askerlik disipliniyle bağdaşmayan görüntüleri söz konusuydu. Koğuşta sigara içmek istediğimde askere komutanım cigara yakabilir miyim diye söylediğimde ‘yak lan’ diye cevap veriyordu. Arkasından içebilmek için bir defa çekebilir miyim dediğimde ‘çek lan’ diye cevap veriyordu. Mamak Cezaevinde subaylar bahsettiğim disiplinsiz askerlere de bir şey yapmıyorlardı. Askerler itibarlı hale getirilmişlerdi. Ancak bir askerin bizimle muhatap olduğunu gördükleri takdirde onu da işkenceden geçiriyorlardı.
Hücrede işkence amacıyla uygulanan 15 günde bir arama yapılıyordu. Bu aramalarda yataklarımızın içindeki pamuklara kadar yere boşaltılıp, yiyeceklerimiz de onun içerisine dökülüyordu. Cezaevinde koğuşta olduğumuz zamanlarda ise gelen yemeklerde 2-3 tabak taş bulunuyordu. Ancak bu yemekleri de yemek zorunda kalıyorduk.
Ben Mamak’taki cezaevinde bahsettiğim hücrede 4.5 yıl aralıksız kaldım. Bu hücre Mamak Askeri Cezaevi A Blok 2 ön koridoru olarak adlandırılıyordu.
Mamak Cezaevinde iken rahatsızlığımdan dolayı zaman zaman Ankara Dışkapıdaki Mevki Hastanesine götürülüp getiriliyordum. Hastanaden gelişlerde cezaevinin dış kafes denilen bölümünde bekletiliyordum ve sayımlar yapıldıktan sonra koğuşlara gönderiliyordum. Bir defasında hastane dönüşü bu kafes bölümünde beklerken sayımlar yapıldı. Ben komutanım diye bağırdım, asker ne var lan diye cevap verdi. Beni koğuşuma götürmeyeceksiniz diye söyledikten sonra 2 asker apar topar gelerek sağa sola bakma, hiçbir yere bakma diyerek beni kafesten çıkarıp, kafesin dışında bir odaya sokup ellerimi duvara dayattılar. O halde iken bir kişi arkamdan Yılma DURAK beni Muhsin YAZICIOĞLU’yla beraber infaz edecekmişsin diye söyleyince, ben olayın ne olduğunu sordum. Meğer Mevki Hastanesinde Muhsin YAZICIOĞLU ile birlikte tedavi gördüğüm sırada İnci Baba isimli kaçakçılık suçundan hükümlü olan kişi hastaneye gelmiş, hastanede biraz da bizim adımızı kullanıp kendisine pay çıkarmak amacıyla Yılma DURAK’la Muhsin YAZICIOĞLU karar verdiler, seni infaz edecekler diye Cezaevi İç Güvelik Amiri Yüksel Yüzbaşına söylemişler. Bunları konuşurken arkamdaki Yüksel yüzbaşı kendisini tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de kendisinin Yüksel yüzbaşı olduğunu söyleyince hemen bana sahip çıkıp, Yılma DURAK’a neden böyle davranıyorsunuz diyerek beni oturtup, sigara ikram etti. Ben de koğuşa gideceğimden sigarayı kabul etmedim. Benim kendisini tanımamdan korkmuştu.
Tahliye olduğumda cezaevinde yapılan işkenceleri görüşmek üzere Cezaevi Müdür Yardımcısı olan binbaşıya kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Sayımdan sonra görüşelim dedi. Sayım bittikten sonra kendisine Mamak Cezaevinde ve Diyarbakır Cezaevinde uygulananların ne amaçla yapıldığını bir ideolojiye sempati duyulanların militan mı yapılmak istendiğini sordum. Buradaki insanların ceza almamış tutuklu olduklarını, bu şekilde davranılmadığı takdirde bu insanların kazanılabileceğini söylediğimde Binbaşı bana kendilerinin Askeri İç Hizmet Tüzüğüne göre hareket ettiklerini söyleyerek kendisinin bir şey diyemeyeceğini söyledi. Bu şekilde kendilerinin de yaptıkları işin farkında olmadıklarını anladım. Bana göre Mamak ve Diyarbakır Cezaevinde uygulanan işkenceler ideolojik militarizmin temellerini oluşturmuştur. Bugün devletimizin uğraştığı PKK terör örgütünün dayanak noktalarından birisi de Diyarbakır Cezaevinde ve Mamak Cezaevinde uygulanan işkencelerdir.
Mamak Cezaevinde cezaevi müdürü olarak Albay Raci TETİK vardı. Kendisini cezaevinde sayımlara geldiğinde ve hastaneye gidiş ve dönüşlerimde görüyordum.
Benim kanaatime göre Cezaevinde askerler grup gruptu. Nöbet tutan askerler vardı.Onlar doğrudan işkence yapmıyorlar ancak bizim hareketlerimizi işkence grubuna haber veriyorlar, o grup da gelip öngördükleri işkenceleri yapıyorlardı. Bazen nöbetçi askerler de copla dayak atıyorlardı. Tahminim bu işkence yapan askerler birliklerinden karakter durumuna göre özel olarak seçiliyorlar, cezaevlerine gelip, deneniyorlar. Bu işi yapamayacak olanlar gönderiliyorlar, işkencede görevlendirilen askerlere 12 Eylül öncesi işlenen cinayetleri göstererek ve anlatarak cezaevindeki kişilerin birer katil olduğunu, devlet düşmanı olduğunu her türlü muameleye müstehak olduklarını anlatıyorlar ve bu askerler şartlanmış olarak cezaevlerinde görevlendiriliyorlardı.
İstanbul Harbiye Sorgu Merkezinde polislerin başındaki başkomiser oradan ayrılırken benim yanıma gelerek ismini söyleyip, benim adım şu, burada sana yapılan işkencelere ben katılmadım, sakın benim adımı verme diye söyledi, ben bu kişinin adını şu an hatırlayamadım, daha sonra dilekçeyle bildirebilirim.
Ben Mamak Cezaevinde bahsettiğim hücrede 4.5 yıl kaldıktan sonra tahliye oldum. Tahliye olurken yukarıda bahsettiğim nöbetçi binbaşıya Mamak Cezaevinde uygulanan işkencelerin vehametini anlatmak için Türkiye bir başka devletle savaşsa, savaş sonunda da bizi esir almış olsa bu muameleleri bize yapmayacağını, uygulayamayacaklarını söyledim. Bana herhangi bir cevap vermedi.
Ben Mamak’ta işkence yaptıran Raci TETİK’in özel olarak seçilmiş olduğunu duydum. Bu konuda herhangi bir belgem yoktur, genel kanaat bu şekildedir. Sağcısı da Solcusu da bunu bu şekilde söylemektedir. 12 Eylül öncesi Mamak Cezaevinde bir kısım disiplinsizlikler yaşanmış, buradaki disiplinsizlikleri gidermek amacıyla Raci TETİK’in özel olarak seçilip, her türlü yetkiyle donatıldığını düşünüyorum.
12 Eylül öncesi MHP’ye atfedilen komando kampları olarak bilinen kamplar yanlış aksettirilmektedir. Buralarda silahlı eğitim verildiği ve hedefler belirlendiği iddia edilmiştir. Ancak ben bu kamplarla ilgili yargılanıp beraat ettim. Bu işlerin içinden gelen bir kişi olarak söylüyorum. Erzurum’da Bulkasım isimli kamp vardı. Bu kamp Atatürk Üniversitesine başvurularak Atatürk Öğrenci Derneği Başkanlığı tarafından üniversitenin de izniyle açılmış bir kamptı. Üniversite aşçısı da orada yemek yapmıştır. Bu kamplarda kitap okunuyor ve gençlerin beden eğitimlerine yönelik olmak üzere spor, karate, judo, kros gibi sporlar yapılıyordu. Kesinlikle silahlı eğitim yapılmamıştır. Bu konuda MHP’li kabına sığmayan gençler kullanılmak istendiği gibi bazı olaylarda kullanmışlardır. Mesela 1979 yılında İstanbul’da bulunurken bir şahıs bizim gençlere gelip içerisinde Kontr-gerilla taktiklerinin anlatıldığı, yani içerisinde bomba yapmanın, tuzak kurmanın, adam kaçırmanın tekniklerinin anlatıldığı bir broşür imza karşılığı dağıtmış. Ben bunu fark ettiğimde bu şahsı yakaladım. Şahsın adı tahminimce Ergin ÖRGÜGÖREN idi. Bu yargılandı. Bununla ilgili MHP Genel Başkanı Alparslan TÜRKEŞ basın toplantısı yaptı. Başbakan ECEVİT de cevap vererek resmi değil gayri resmi olarak MİT’e hizmet eden bir şahıs olduğunu söyledi. Yine aynı yıl içerisinde İstanbul’da bir yüzbaşının bizim gençlere 4-5 tane silah dağıtıp, şu şu evler komünistlerin evleri buralara operasyon yapın dediğini öğrenmemiz üzerine harekete geçtik, ancak yüzbaşı yakalanamadı.
MHP’li gençler bir kısım provakatif eylemlerde kullanılmışlardır. Bunlar; 16 Mart 1977 İstanbul Beyazıt’taki bomba atma eylemi, Abdi İPEKÇİ’nin öldürülmesi gibi eylemlerdir. bu eylemleri yapan gençler kullanılmıştır. Ancak bunlar MHP’nin kontrol edemediği gençlerdir.
Ben ifademde belirttiğim bana kötü muamele ve işkencede bulunan şahıslarla birlikte şu an isimlerini hatırlamadığım kişilerden şikayetçiyim, isimleri ayrıca tespit edip dilekçeyle bildireceğim”
Müşteki Avukatı Osman BAŞER beyanında, “Ayrıca delil olarak Yaşar OKUYAN’ın kitabın ibraz edeceğim. Bu kitapta Cezaevi Müdürü Albay Raci TETİK’in özel olarak Genelkurmay tarafından seçildiğini kendisinin söylediğine dair beyanlar bulunmaktadır. Müştekinin tespit edip bildireceği diğer şüphelilerle ilgili de soruşturma yapılıp dava açılmasını talep ediyoruz”

3. Şüphelilerin ve İlgililerin Konuya Işık Tutan Diğer Beyanları
12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin DEMİREL, 5 Temmuz 1987 tarihinde Milliyet Gazetesinden Yener SÜSOY’a “…12 Eylül’ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu ‘Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin’ dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı.” demiştir. (Aynı konuda bkz. kaynak 11, s.23) Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır.
8 Ekim 2010 tarihinde Milliyet Gazetesinde yer alan habere göre, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Eko Enerji Dergisi Genel Yönetmeni Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır’a verdiği röportajda; “…Siz her şeyden evvel bu kanı durdurun. Çünkü benim ikinci bir ordum yok, kanı durduracak başka güvenlik gücüm de yok. Benden ne isterseniz vereyim. Para isteyin para vereyim, asker isteyin asker vereyim. Hepsini vereyim. Yalnız benden dört şeyi istemeyin. Dersim Kanunu istemeyin. Takriri Sükun Kanunu istemeyin. Bir Tehcir Kanunu istemeyin. Bir İstiklâl Mahkemeleri Kanunu istemeyin. Çünkü bunlar denenmiştir ve bunlar çok ters neticeler vermiştir. Bunun dışında her şeyi isteyin."
"13 Eylül gününe kadar kan aktı Türkiye’de, ama 13 Eylül sabahı durdu. Sonra söyledim, ‘11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül’de nasıl durdu?’ dedim. ‘Yetkimiz yoktu’ dediler. ‘13 Eylül günü yetkiniz nereden çıktı?’ dedim. 13 Eylül günü var olan yetki, 11 Eylül günü de vardı. Sıkıyönetimin bütün yetkileri vardı…,Verdiği cevaplar da kurtarmaz kendisini. Kendileri daha iyi biliyor niye durmadığını o kanların. Kanlar akıyordu, çünkü Sayın Evren’in Çankaya’ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır. Yani, Evren Çankaya’ya çıksın diye 11 Eylül günü o kanlar akıyordu maalesef, 13 Eylül’de de onun için durmuştu…” demiştir.
Açıklamalarına devam eden Demirel, 12 Eylül darbesi öncesi görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine yeni cumhurbaşkanı seçilememesinin de etkisi olduğu görüşüne katılmadığını belirterek, "Cumhurbaşkanı seçilse ne olacaktı? Yani ihtilal yapmaya kendisini ayarlamış kişiler bundan vaz mı geçecekti?" demiştir. Demirel, İkinci Ordu Komutanlığı da yapan emekli Orgeneral Bedrettin Demirel’in kendisine 12 Eylül darbesi için "Biz buna bir sene evvel karar vermiştik, ama olgunlaşmasını bekledik" dediğini belirten Süleyman Demirel, siyasetçilerin darbeyi önleyemeyeceğini savunarak "Eğer bir ülkede ihtilal alışkanlığı, darbe alışkanlığı varsa, hiçbir şey onu önlemez" şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.(9)
Başka bir yerde Demirel, ”Efendim sıkıyönetim ilan edilmiş, sıkıyönetim komutanlarına yetkiler verilmiş, hükümet olarak bizim yapacak bir şeyimiz yok ki. Askerler isteselerdi anarşi ve terörü önleyebilirlerdi, nitekim 12 günü bıçakla kesilir gibi kesildi. İdareye el koymaya kararlı oldukları için bilerek anarşinin üzerine gitmediler” (5, s.72) demiştir. (Süleyman Demirel’in aynı nitelikte beyanlarda bulunduğuna ilişkin bkz. kaynak 10, s.140,158)
Süleyman Demirel’in 23 Kasım 1990 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt” başlıklı yazısında, “Komuta heyeti bir taraftan sureti haktan görünüp, diğer taraftan tertip içerisinde olmuştur. Bu tertibi de iyi kamufle etmiştir. Sonuç olarak, tarihe gömdüğümüz ve zaman içinde tarihin hükmüne bıraktığımız özellikle altını çizerek söylüyorum, silahlı kuvvetlerimizin değil, yalnızca 5 kişilik komuta heyetinin kanla beslediği darbe planının çirkin yüzünü ve kirli belgelerini biz deşmedik. Ne yaptınız? Ne devralıp ne bıraktınız? Elinizdeki yetkileri kullanıp devleti koruma ve kollama görevi yerine devletin dibine dinamit koyanların akıttıkları kanları ikbalinizin merdivenlerine basamak yaptınız. ‘Memleket elden gidiyor, gelin kurtaralım’ diyenlere hem baktınız bal açıp acı sattınız. Anarşiyi, terörü, vurgunu, soygunu önleme çağrılarına kulağınızı tıkayıp seyre daldınız. Kapı aralarında gezip mektuplar yazdınız. Akan kanlar, yanan canlar, göl olan yaşlar karşısında darbenize meşru zemin yarattınız.” (10, s.158)
Yine benzer şekilde Milliyet gazetesinin 29 Kasım 1990 tarihinde yayınlanan “Ecevit’ten Evren’in Anıları Üzerine Düşünceler” başlıklı söyleşide merhum Ecevit, “Terörün artmaya başladığı bazı illerde sıkıyönetim ilanını istedim, fakat Genelkurmay Bakanı Evren, ‘Elimizdeki kuvvetler daha çok ilde sıkıyönetime el vermez, buna gücümüz yetmez’ gerekçesiyle benim bu isteklerime karşı çıktı. Peki, bu gerekçeyi ortaya koyan Evren, nasıl oldu da 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren Silahlı Kuvvetler’in gücünün 67 ilde sıkıyönetime yeteceği görüşüne vardı. 11 Eylül 1980 gecesine kadar sıkıyönetim uygulanan illerde şiddet eylemindeki tırmanışı engelleyemeyen Silahlı Kuvvetler, 12 Eylül sabahından itibaren bütün ülkede güvenliği nasıl sağlayabilecekti?” (10, s.159)
Bu açıklamalarda yer aldığı üzere, şüphelilerin her halükarda darbe yapma niyetinde olduklarını, darbe şartlarının oluşması için bir yıl beklediklerini bu nedenle terör olaylarına kasten müdahalede bulunmadıkları anlaşılmaktadır.
12 Eylül askeri darbesinin baş sorumlusu şüpheli Kenan EVREN 01/03/2006 tarihinde Kanal D televizyon kanalında yayınlanan Genç Bakış programında kendisini dinleyen öğrenci kitlesine şunları söylüyordu: "Yahu sorsanıza... İşkenceyi sorsanıza. Asıl bunları sormanız lazım. Evet itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar rica ettik. Yapmayın filan diye. Ama bizi dinlemediler. O gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar... Onlar yapıyorlardı. Çünkü 12 Eylül'den önce seslerini çıkaramıyorlardı. Mahkumlar hep onları dövüyorlardı. 12 Eylül olunca başlarına teğmenler falan diktik. Fırsat ellerine geçince gardiyanlar da ne yapsınlar? İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik, bu müessif olaylar oldu."
"Ama tespit ettiklerimizi yakaladık. Hatta sanırım bir polisle, bir astsubay mahkum oldu. Hem her ülkede işkence var. Bakın bugün bile bizde var. Amerika da yapıyor, mapushanedeki Iraklılara... Ama başına diktiğimiz teğmenler işe yaradı. Onlara İstiklal Marşımızı söylettiler. Sabahları hani ilköğretimde söylerler ya, her sabah Türküm, çalışkanım falan diye onları söyletirlerdi." (3, s.219) Şüpheli sözleriyle cezaevlerinde yapılan işkencelerden haberdar olduğunu itiraf etmektedir. Aynı zaman da Amerika’nın da Irak’ta işkence yaptığını belirterek işkenceyi basit ve kabul edilebilir olarak göstermeye çalışmaktadır.

4. 12 Eylül Askeri Darbe Döneminde Gözaltı Merkezleri ve Cezaevlerinde Uygulanan İşkence Yöntemleri(3,s.159-163; Benzer yöntemler için bkz: 6,s.70)

Falaka: Yaygın ve sürekli kullanıldı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayaklarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.
Köpek Saldırtma: Tutuklu çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtılırdı. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arası olurdu.
Zincir: 20-25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır, tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla itilir. Tutuklu tek ayağından zincire bağlanır, bu zincir yüksek bir yere asılır, tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalırdı.
Germe: Tutuklunun bir bacağı merdiven kenarlığına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanıp kapı kapatılır, tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öyle kalırdı. Koşuşturulur, zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşerdi.
Ayaktan Asma/Tepe: 50-60 kişi havalandırmaya alınırdı. Gardiyan "tepe ol" komutu verince tüm tutuklular üst üste bindikten sonra, bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, İstiklal Marşı'nın on kıtası okutulurdu.
Kule: Havalandırmaya çıkan tutuklular altı kişilik daire oluştururlardı. Bunların üzerine 3-4 kat olacak biçimde tutuklular çıkarıldıktan sonra, gardiyanın "yıkıl" komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır ve böylece tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme ve çıkık olurdu.
Ranza Altı: Gardiyanların ellerinde kalaslarla koğuşa girip, "ranza altı ol" komutunu verince, koğuşta bulunan tutukluların hepsi ranzaların altına girerdi. Herhangi bir yerlerinin açıkta kalmaması gerekiyordu. Ranzaların altına tüm tutuklular sığmadığı için kimini eli, kiminin kolu dışarıda kaldığından, gardiyanlar ellerindeki kalaslarla tutukluların dışarıda kalan kısımlarına vurmaya başlardı.
Kantar: Tutuklular havalandırmada çırılçıplak soyundurulup tek sıra halinde dizilirler, sıranın ön tarafında duran tutuklu sırt üstü yatırılırdı. İkinci tutuklu, yatan tutuklunun testis ve erkeklik organlarından tutarak yukarı kaldırır, tutuklunun kaç kilo geldiğini söylemesi istenirdi. Tüm tutuklular birbirin tartana kadar bu işlem devam ederdi.
Kervan: Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir, her tutuklu önündeki tutuklunun sırtına bindirilir, bacakları altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenirdi. Gardiyanını komutuyla tutuklular yürümeye başlar ve bu işlem tutuklular ayakta duramayacak duruma gelene kadar sürerdi.
Sehpa: Tutuklu gece koğuştan alınıp, koğuş koridorunda gardiyan ve subaylardan mizansen olarak oluşturulan bir mahkemede sorgulanırdı. Mahkeme, tutukluyu idam cezasına çarptırır, ikinci katın merdiven kenarlığına bir ip geçirilip, ipin ucuna tutuklunun boyun kemiğini kırmayacak düzeyde kalın bezden bir ilmik takılır, tutuklunun boynu bu ilmiğe geçirilir ve temsili infaz gerçekleştirilirdi. Tutuklu tam boğulacağı sırada ip açılırdı.
Cop Sokma: Gardiyanlar copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutkulun makatına zorla sokardı. Sonra bu copu kendisine ya da bir başka tutukluya yalatırlardı.
Çek-çek: Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılırdı. Gardiyan ipin diğer ucunu alıp hızla koşar, tutuklu da zorunlu olarak gardiyanını peşinden koşar.
Lağım Suyuna Sokma: Tecrit bölümünün alt katındaki bazı tuvaletlerin delikleri tıkanır. Hücrelerin pisliği ve lağım suları burada biriktirilir, diz boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilirdi.
Kitap Okuma: Koğuşta bir tutuklunun eline kitap verilir, tutukluya avazı çıktığı kadar yüksek sesle tek tek sözcükler okutulurken, diğer tutuklular bu sözcükleri tekrarlardı. Sabahtan akşama kadar yapılan bu işlem sırasında, tutuklular ayakta durmak zorundaydı.
Marş Söyletme: Cezaevinde bulunan herkes elli'yi aşkın marşı ezberlemek zorundaydı. Bu marşlar tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar söyletilirdi.
Öl Dediğimde: Tutuklu havalandırmanın orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilirdi. Gardiyanın "öl" komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan eyer düşürülürdü. Bu işlem gardiyanını keyfine göre tekrarlanırdı.
Sigara İçirme: Bunun çok çeşitli yöntemleri vardı. En çok uygulananları şunlardı: Koğuşta kalan tutukluların eline beş adet sigara verilir, sigaraların tümü yakılarak devamlı ağzında tutulurdu. Gardiyanın "çek-bırak" komutuyla sigaralar bitinceye kadar içirilir, sigaralar-filtreleri dahil tutuklulara yedirilirdi. Bu sırada koğuş pencereleri kapatılır, havasızlık ve dumanla boğulma ortamı yaratılırdı.
Banyo: Tutuklular çırılçıplak soyundurulur ve tek sıra halinde banyoya götürülürdü. Banyoda sabun kullanılmazdı. Hortumla tazyikli su tutukluların üzerine fışkırtılırdı. Daha sonra tutuklular koridora çıkarılır, "Yat-sürün" komutuyla tutuklular yerlerde süründürülerek koğuşlarına götürülürdü.
Sayım Düzeni: Tutuklular günde en az beş kez sayılırdı. Her sayımdan önce, tutuklular sayım düzenine geçer , sayım talimi yaptırılır, yüksek sesle tekmil verilir, rahat-hazır ol ile, çöker kalkarlardı.
Gece Nöbeti: Geceleri her koğuşta mevcuda göre 2-7 kişiye kadar tutukluya sırayla nöbet tutturulurdu. Nöbet sırasında devriye gezen gardiyanlar, koğuşun mazgal deliğini açar, nöbetçi tutuklunun mazgaldan dışarı elin uzatmasını ister, tutuklunun ellerine cop veya kalasla istediği kadar vururdu.
Lokomotif: Tutuklular havalandırmaya çıkarılır. İki kişi çırılçıplak soyundurulur, bunlardan birisi domalıp iki eliyle diz kapaklarını tutar, diğeri de arkadan bunu kucaklardı. Gardiyanın "uygun adım marş" demesiyle her iki tutuklu havlandırmada dolaşırlar, diğer tutuklular zorunlu olarak bunları izlerdi.
Pislik Yedirme: Her havalandırmanın ortasında bir lağım çukuru vardı. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanırdı. Tutuklulara bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenirdi.
İşeme: Havalandırmada bir tutuklunun yere yatması istenir, diğer tutuklulara, yerde yatan tutuklunun yüzüne işemesi istenirdi.
Tecavüz: Cezaevinde görev yapan gardiyanlar, genç tutuklara merdiven altlarında zorla tecavüz ederlerdi. Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri istenirdi.
Hastane: Hastanede de cezaevindeki kurallar geçerliydi. Hasta, tuvalete götürülmez, yatakta da hazır ol vaziyetinde yatardı.
Verem: Veremlilerle, sağlam tutuklular birbirinden tecrit edilmez, aynı kapta yemek zorunda bırakılırdı. Aynı battaniyenin altında yatırılırlardı. Veremlilerin balgamları tahlil yapılacak bahanesiyle toplanır, karavanadaki yemeklere karıştırılır ve bu yemekler tüm tutuklulara yedirilirdi.
Ayakta Bekletme: Bu yöntem cezaevinde her gün geçerliydi. Sabah saat 05'den akşam 17-19'a kadar tutukluların oturması yasaktı.
Konuşma Yasağı: Koğuş içindeki iki kişinin birbiriyle konuşması, tutuklunu gülmesi ve düşünür gibi görünmesi yasaktı. Böyle bir suçu işleyen tutuklulara yukarıdaki işkence yöntemleri uygulanırdı.
Gece Baskını: Nöbetçi subay ve gardiyanlar, gece geç saatte tutukluların koğuşuna girerek, uyku sırasında tutuklulara cop veya kalaslarla dayak atarlardı.
Avukat-Ziyaret Dayağı: Avukat görüşmesine ve diğer görüşmelere gidip gelirken tutuklulara dayak atılırdı. Görüşlerde hiçbir şey konuşulmaması tembih edilirdi. Tutuklular avukatlarıyla savunma konusunda görüş alışverişinde bulunamazlardı.
Mahkeme Dayağı: Tutuklular mahkemeye götürülürken cenaze arabasına bindirilirlerdi. Elleri arkadan kelepçeli olurdu. Cenaze arabasına binerken ve çıkarken gardiyanlar tarafından dövülürlerdi.

5. 12 Eylül Askeri Darbe Döneminde Gözaltında ya da Cezaevinde Ölümler

12 Eylül askeri darbesiyle birlikte gözaltı işlemlerinde delil elde etme yöntemi olarak ifade, istenilen ifadeyi vermeyenler için işkence tek yöntem olarak benimsendi. Gözaltına alınan ya da yakalanan kişiler sağ görüşlü iseler sol görüşlü polis ve askerlerden oluşturulan işkence ekipleri, sol görüşlü iseler sağ görüşlü polis ve askerden oluşturulan işkenceci ekipler tarafından işkenceli sorgulara tabi tutuluyordu. İnsanlar gözaltında ve cezaevinde keyfi ve sistematik işkencelere tabi tutuldu. Cezaevlerinde eğitim adı altında bir kısım hareketler ve marşlar mahkumlara psikolojik baskı ve işkence yöntemi olarak kullanıldı.
Sistematik işkencenin merkezi haline getirilen cezaevleri Diyarbakır Askeri Cezaevi ile Mamak Askeri Cezaeviydi. Aynı zamanda Ankara Emniyet Müdürlüğündeki DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) olarak adlandırılan yer, Adıyaman’da Pirin Palas Hapishanesi, İstanbul’da Gayrettepe’de öne çıkan işkence merkezlerindendi. Sayılan bu yerler öne çıkmakla birlikte, ülkede tüm gözaltı ve cezaevlerinin o dönemde bu şekilde kullanıldığı ortaya çıkmaktadır.
Diyarbakır Cezaevinde İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran, Mamak Askeri Cezaevinde ise İç Güvenlik Komutanı Raci Tetik bulunuyordu. İşkence emirlerini bu subaylar veriyordu.Ankara Emniyetinde ise polis amirleri Zeki Kaman ve Dürüst Oktay işkence uygulamalarında öne çıkmaktaydı.En çok bunların adları çıkmakla birlikte darbe yönetimi altında ülkenin bütün cezaevlerinde aynı tür işkencelerin yaygın şekilde uygulandığı anlaşılmaktadır.
12 Eylül askeri darbesinin ardından cezaevleri ve gözaltı merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda ölümler meydana geldi.12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yönetimin şeklen de olsa sivillere devredildiği 1983 tarihine kadar gözaltı ve cezaevinde ölenleri toplam sayısı 191 kişiydi. Bunlardan 5'i cezaevinde açlık grevinde, 1 tanesi de işkence sonucunda hastalanıp ölmüştü. Sadece 12 Eylül 1980 tarihiyle 31 Aralık 1980 tarihi arasında cezaevinde ölenlerin sayısı 43 kişiydi. (6, s.51)

6. Güdümlü Demokrasiye Dönüş

12 Eylül darbe yönetimi hazırlatmış olduğu Anayasayı şüpheli Kenan Evren aksine konuşmanın ve propaganda yapmanın yasak olduğu bir ortamda il il dolaşarak halka anlattı. Nihayet 7 Kasım 1982 günü yapılan halk oylamasında %92,7 evet, %8,6 hayır oyuyla Anayasa kabul edildi. Yapılan oylamada evet oyu beyaz renkte, hayır oyu ise mavi renkteydi. Kullanılan zarfların şeffaf olması nedeniyle mavi oy kullananlar ortaya çıkacağından bu husus oy kullananlar için bir korku ve çekinme duygusu oluşturuyordu. (3, s.267 ve 4, s.216) Dolayısıyla 1982 Anayasası kamuoyunun serbestçe oluştuğu demokratik bir ortamda oylanmamıştır.
1983 Nisan ayında siyasi parti kurma yasağı kaldırıldı. Ancak kurulacak partilerin kurucu listesinin Milli Güvenlik Konseyi onayından geçmesi gerekiyordu. Bu nedenle Milli Güvenlik Konseyi seçime sokmak istemediği partileri kurucu listesini 30'dan aşağıya indirip, partinin kurulmasını engelliyordu.
Askeri yönetim sağdan iki, soldan ise bir parti girmesini istiyordu. Buna göre sağdan kendisinin desteklediği Turgut Sunalp'ın kurduğu MDP ile Turgut Özal'ın Anavatan Partisine, soldan ise Nejdet Calp'ın kurduğu Halkçı Partinin seçimlere girmesine izin verdi. Seçimlere sokmak istemediği diğer partilerin bir kısmını kapattı, bazılarını ise kurucularını veto ederek kurulmasına engel oldu.
6 Kasım 1983 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden önce partiler milletvekili adaylarını da Milli Güvenlik Kurulunun onayından geçirmek zorunda kaldı. Parti kurucularında olduğu gibi milletvekili listelerinin bir kısmı da veto edildi.
Şüpheli Kenan Evren seçim öncesi yaptığı konuşmalarda Turgut Özal'a oy verilmemesi yönünde toplumu yönlendirmeye çalışıyordu.
Bu bağlamda 4 Kasım'da yaptığı televizyon konuşmasında büyük tesislere, Keban Barajına ve Güneydoğu Anadolu Projesine sahip çıkan Turgut Özal'ı sert bir şekilde eleştiriyor, şöyle diyordu: "1980-1981 yıllarında ekonomik durumun düzelmesinin kendilerine mal edenleri, ekonominin tabii kanunlarını yalnızca kendilerine verildiğini büyük bir gururla çekinmeden her gün ifade edenleri... (4, s.230)
1982 Anayasasına göre Cumhurbaşkanı olan şüpheli Kenan Evren'in konuşmasında Milliyetçi Demokrasi Partisi lideri Turgut Sunalp'ın Turgut Özal'a karşı kendisini destekleyecek konuşma yapmasını istediğini ise şu sözleriyle ortaya koyuyordu: "... Canım ben Cumhurbaşkanıyım, dedim. Bazı yerlerde dedim, hani bunu ima eder şeyler söylüyorum ama, dedim. Halk anlarsa anlar. İşte Van'da falan böyle bir konuşma yaptım... 4 Kasımda yaptığım konuşmada ima yollu böyle bir şey söyledim. (4, s.230)
6 Kasımda 1983’de yapılan genel seçimlerde Anavatan Partisi seçimi kazanmış olmasına rağmen, şüpheli Kenan Evren hükümeti kurma görevini Turgut Özal’a yaklaşık iki hafta geçtikten sonra 20 Kasımda verdi.
Şüpheli Kenan Evren’in: "Benim şimdiki intibam o ki, 83’te değil 84’de efendim bu seçimler yapılsaydı, belki bazı şeyler, konular daha iyi halledilmiş, öyle teslim edilmiş olabilirdi.” Şeklindeki beyanından yönetimi sivillere devretmekten pişman olduğu anlaşılmaktadır.(4,s.231)


VII.BÖLÜM


1.Genel Değerlendirme

1.1 Anayasayı İhlal (Askeri Darbe) Suçu Açısından Değerlendirme
1 Mayıs 1977 tarihinde meydana gelen ve 34 kişinin ölümü ile birçok kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olayların oluş şekli, görgü tanıklarının anlatımları, olayda gerek İntercontinental Otelinden gerekse Sular İdaresi binasının üstünden ateş edenlerin birçok kişi tarafından görülmüş olmasına rağmen polisin gerçek suçluların hiçbirisini yakalayamamış olması,
Malatya’daki olayda 3 adet bombanın aynı ilden bir gün arayla farklı siyasi görüşteki kişilere gönderilmiş olması, Çorum ve Kahramanmaraş olaylarında olduğu gibi şehirde sulara zehir konulduğu iddiasının yayılması,
16 Mart katliamında, suçlunun takibine amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları, yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot’un eylemi polisin kendisine yaptırdığını belirten beyanları,
1978 Sivas Olaylarında Devlet Bakanı Enver Akova'nın Sivas halkının olaylara karışmadığını, aşırı uçların silah aldıkları kaynakların aynı olduğu yönündeki beyanları, bir kısım güvenlik güçlerinin Sivas'a dışarıdan toplulukların getirildiğine ilişkin beyanları, Sivas'ın demografik yapısı itibariyle Alevi ve Sünni vatandaşların birlikte yaşaması nedeniyle provokatif eylemler için uygun olması, olayda Malatya, Maraş ve Çorum olaylarındakine benzer şekilde Sünni vatandaşları, Alevi vatandaşlar aleyhine kışkırtmaya yönelik sloganların atılmış olması,
100’den fazla kişinin öldüğü, 150’den fazla insanın yaralandığı, bir çok evin ve işyerinin yakılıp yıkıldığı vahim nitelikteki Kahramanmaraş olaylarında, dönemin İçişleri Bakanını ve Valisinin yardım taleplerine olumsuz cevap verilmesi, olaylara müdahale için çevre illerden gelebilecek askeri birliklerin 25 Aralık tarihine kadar gelmemesi, Başbakan Ecevit’in, olaylarda askeri birliklerin pasif kaldığına ve içinde İçişleri Bakanı bulunan aracın korunması konusunda bile etraftaki askeri birliklerin yardım etmedikleri yönündeki beyanları, olayların yoğun olarak cereyan ettiği son 3 günde polisin olaylardan el çektirilmesi, ildeki askeri birliklerin ise yetersiz ve pasif kalmaları nedeniyle olaylara etkin müdahale edilmemesi, Tayyar Paşa adındaki Tuğgeneralin, Ökkeş Kenger”e söylediği “Siz ne biçim Milliyetçisiniz, ne biçim Ülkücüsünüz, size böyle mi emir verildi. yüzünüze gözünüze bulaştırdınız.” şeklindeki sözleri, infiale neden olan anonsu kimin yaptığının tespit edilememesi, kendisini milli piyangocu olarak tanıtan 26 kişinin tespit edilememesi, ölen 2 solcu öğretmenin cenazelerinin hastaneden tesliminin Cuma namazı saatine denk getirilmesi, dönemin Elazığ Valisinin kontrgerilla tarafından tehdit edildiğini belirtmesi, Pazarcık ilçesinin köyünde öğretmenlik yapan Akif Dalgaç'ın olaya katılan grupları bir subayın yönlendirdiğini beyan etmesi,
Gazeteci Abdi İpekçi’nin öldürülmesinde tetikçi olarak kullanıldığı anlaşılan Mehmet Ali Ağca’nın kendisine eylemi yaptıranları açıklayacağına dair yapmış olduğu açıklamadan sonra Maltepe Askeri Cezaevinden, hem de asker elbisesi giydirilerek kaçırılması,
Çorum olaylarında da yine Kahramanmaraş ve Malatya olaylarındaki gibi “cami bombalandı” , “sular zehirlendi” gibi söylentilerle alevi ve sünni halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi, olaya müdahale için gelen Amasya Tugay komutanın olaylar yatışmadan birliklerini geri çekmesi, olayı bizzat yaşayan Adnan Baran'ın polis ve askerin olaylara müdahale etmediği, kendisiyle birlikte firari sanıkların kentte rahatça gezmelerine izin verildiği, bazı subayların sağ ve sol gruplara silah ve patlayıcı verdikleri, Alaaddin Camiine bomba atıldığına ilişkin yalan haberin asılsız olduğunu camide anlatmaya çalışan Kazım Aras isimli şahsın gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen kişilerce sopa darbeleriyle etkisiz hale getirildiğine dair beyanları,
Yukarıda Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle ilgili bölümde anlatıldığı üzere,İçişleri Bakanı Orhan Eren’in anlatımına göre, CHP adayı Muhsin Batur’un seçilmeye yakın bir oy alması üzerine dönemin TSK komuta kademesinin, yapmış olduğu darbe planının akamete uğrayacağı endişesiyle, Cumhurbaşkanının seçilme ihtimalinden rahatsız olmaları,
MSP’nin 6 Eylül 1980 tarihinde düzenlediği Kudüs Mitinginde, mitingi düzenleyen MSP’nin Genel Başkanı olan Erbakan’ın komutuyla söylettiği İstiklal Marşı sırasında bir kısım kişilerin ayağa kalkmayarak İstiklal Marşını söylemeyen kişiler hakkında, hem Erbakan hem de Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler tarafından yapılan şikayetlerden bir sonuç alınamaması, bu kadar abartılı kıyafetlerle mitinge katılarak ortalıkta dolaşan kişilerin yakalanamaması, üstelik bu kişilerin eylemlerinin de MSP’ye yüklenerek darbeye gerekçe yapılması, basit bir mantıkla bu kişiler MSP’li olsalar kendi genel başkanlarının söylettiği İstiklal Marşında ayağa kalkmalarının gerekmesi,
14 Ekim 1979 tarihinde ara seçimlerinden sonra devlet içerisinde küçük bir devlet gibi örgütlenen Ordu’nun Fatsa ilçesine, sıkıyönetim ilan edilen bölge olmamasına rağmen şüpheli Kenan EVREN’in emriyle operasyon yapılarak müdahale edilmiş olmasına rağmen, şüphelinin, diğer bir kısım illerdeki terör olaylarına, örneğin, Kahramanmaraş olaylarına askerin neden müdahale etmediği sorulduğunda, sıkıyönetim ilan edilmediği için yetkilerinin olmadığını belirtmiş olması, esasen her gün onlarca insanımızın terör olaylarında öldüğü bir ortamda, Başbakan, Hükümet ve diğer siyasi parti liderlerine doğrudan, Cumhurbaşkanına ise doğrudan olmasa bile dolaylı olarak müdahalede bulunabileceğine ilişkin uyarı mektubu verebilecek kadar kendisini güçlü gören askeri yönetimin, terör olaylarına müdahale ederek suçluları adli merciler önüne çıkarmasının toplum ve siyasi iktidar tarafından ancak takdir edilebilecek bir durum olması,
12 Eylül 1980 tarihinden önce 26 Aralık 1978 Kahramanmaraş olayları nedeniyle Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas ve Şanlıurfa’dan oluşan 13 ilde, yine şiddet olayları nedeniyle 26 Nisan 1979’da Adıyaman, Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Siirt ve Tunceli’de, 20 Şubat 1980’de Hatay ve İzmir’de, 20 Nisan 1980’de Ağrı’da olmak üzere toplam 22 ilde sıkıyönetim ilan edildiği, Sivas ve Erzincan'da 26 Şubat 1980 ve 20 Nisan 1980 tarihlerinde sıkıyönetimin kaldırıldığı, kalan 20 ilde sıkıyönetim devam ettiği halde 12 Eylül 1980 öncesi suçluların yakalanıp yargı önüne çıkarılmaması,
12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin DEMİREL, 5 Temmuz 1987 tarihinde Milliyet Gazetesinden Yener SÜSOY’a verdiği röportajda “…12 Eylülün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu ‘Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin’ dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı.” şeklindeki sözleri,
Dönemin Başbakanı Süleyman DEMİREL’İN darbe yapmaya karar veren askeri yönetimin terör olaylarının üzerine bilerek gitmediklerine, komuta heyetinin bir taraftan sureti haktan görünüp diğer taraftan tertip içerisinde olduklarına, akan kanlarla darbeye meşru zemin oluşturulduğuna, 2. Ordu Komutanı Bedrettin DEMİREL’in kendisine, darbe yapmaya bir sene evvel karar verdiklerini ancak şartların olgunlaşmasını beklediklerini söylediğine, terör olaylarının darbe sonrası bıçak gibi kesildiğine ve askeri yönetimin terör olaylarına müdahale için isteklerini yerine getirmeye hazır olduklarına dair beyanları,
Bülent Ecevit’in, terörün artmaya başladığı günlerde kendisinin bazı illerde sıkıyönetim ilan edilmesi isteğine, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in ellerindeki kuvvetlerle daha çok ilde sıkıyönetim ilanına güçlerinin yetmeyeceğini belirterek karşı çıktığına, 12 Eylül 1980 tarihinden önce bazı illerde sıkıyönetim ilanına gücü yetmeyen askeri gücün 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren 67 ilde nasıl sıkıyönetim ilan ettiklerine dair beyanları,
Gözetilerek;
Tüm bu hususlar ışığında 12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına bakıldığında,olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış terör olayları olduğu, devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasını engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı,
Şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmıştır.

1.2 İşkence ve Kötü Muamele İddiaları Açısından Değerlendirme
12 Eylül Askeri yönetimi, gözaltına almış olduğu sağ ve sol görüşlü kişileri aşırı fraksiyonların etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı, yola getirilmesi gereken kişiler olarak görmüştür. Bu nedenle gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle kişiliklerini ezip ortadan kaldırarak toplumu tek-tipleştirmek istemiştir. Bu amaçla cezaevlerinde 'karıştır-barıştır' denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri aynı koğuş ve hücrelere koyup, zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler, bir kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve ezberlettirilerek yüksek sesle söylettirilmesi suretiyle düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlar, bu yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır.
İlgili bölümde değinildiği üzere, şüpheli Kenan EVREN’in 01/03/2006 tarihinde Kanal D televizyon kanalında yayınlanan Genç Bakış programında kendisini dinleyen öğrencilere söylediği “…Evet itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü… Fırsat ellerine geçince gardiyanlar da ne yapsınlar? İşkence yaptılar…” sözleriyle Askeri Cezaevlerinde sistematik olarak uygulanan işkencelerden haberdar olduğunu itiraf etmesi, görevlilere işkence yapmamaları konusunda ricada bulunduğunu, dinletemediğini söylemesinde ise, askeri darbe ve devamında düşünce özgürlüğü adına ne varsa ortadan kaldıran, basının hangi haberleri yazıp, hangi haberleri yazmaması gerektiğini söyleyen, siyasi faaliyeti yasaklayan, siyasi partileri kapatan, ülkeyi adeta açık cezaevine çeviren darbe yönetiminin lideri olan şüphelinin işkenceleri önleyemediğine ilişkin sözlerinin inandırıcı ve samimi bulunmaması,
Ayrıca şüpheli sözlerinde bugün de işkence olduğunu, Amerikalılar'ın hapisteki Iraklılar'a işkence yaptığını belirterek işkenceyi basite indirgeyerek kabul edilebilir göstermeye çalışması,
Gözaltında kalan veya cezaevinde kalan kişilerin beyanlarından da anlaşıldığına göre bütün merkezlerde benzer veya aynı tür işkence yöntemlerinin kullanılması, cezaevi ve gözaltına alınan kişilerin rutin olarak aynı işkence yöntemlerinden geçirilmesi, işkence uygulamalarını yapan görevlilerin aynı tür davranışlar sergilemesi cezaevlerinde sağ ve sol görüşlü kişilerin arasındaki husumetleri yok etmek amacıyla kullanılan 'karıştır-barıştır' yöntemleri, işkencelerin cezaevlerinde bu dönem içinde bilinçli ve sistematik olarak uygulandığını göstermektedir.


VIII.BÖLÜM


1.Şüphelilerin Savunmaları

1.1 Şüpheli Ahmet Kenan Evren’in Savunması
Şüphelilerden Ahmet Kenan EVREN'in tarihli savunmasında; 12 Eylül 1980 tarih öncesi Türkiye'nin ne halde olduğunu detaylı olarak anlatmaya gerek olmadığını, ülkenin o zamanki durumu herkes tarafından bilindiğini, terör olaylarının yoğun şekilde arttığını, özellikle sağ sol kavgalarının yoğunlaştığını, banka soygunlarının arttığını, polisin ikiye bölündüğünü, POL-DER bir tarafta POL-BİR bir tarafta, öğretmenlerin ayrıca bölündüğünü, polisin görev yapamaz hale geldiğini, Kahramanmaraş olaylarında 102 vatandaşımızın, Çorum olaylarında 80’e yakın vatandaşımızın terör olayları nedeniyle can verdiğini, Türkiye sathında her gün 10 ile 15 vatandaşımızın terör olaylarında hayatını kaybeder hale geldiğini, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin Türk Silahlı Kuvvetlerine Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi verdiğini, bu kanunun Atatatürk zamanında çıkarıldığını, ülke yönetimine el koymaya ne kendinin ne de Türk Silahlı Kuvvetleri Komuta kademesinin tek başına karar vermediğini, 12 Eylül öncesi bu terör olayları nedeniyle kuvvet komutanları olarak bir araya geldiklerini, ne yapabiliriz diye değerlendirme yaptıklarını, ülkenin kötü gidişatının engellenmesi amcıyla 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK aracılığıyla siyasi parti başkanlarına uyarı mektubu verdiklerini, Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK'ün görev süresinin dolmuş olmasına rağmen Ağustos ayına kadar Cumhurbaşkanı seçilemediğini, o tarihteki kanunlara göre Cumhurbaşkanı seçilebimesi için meclisin üçte iki çoğunluğunun oyunun gerektiğini, Meclisin çalışamaz hale geldiğini, Meclisin çalışamaması nedeniyle ülkede güvenliğin sağlanabilmesi için Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanları ve Sıkıyönetin Komutanları olarak bir kısım kanunların çıkarılmasını istediklerini, ancak bu kanunların çıkarılamadığını, kanunların çıkarılmasını ülkede istediklerini, örneğin polise silah kullanma yetkisin verilmesini istediklerini ancak bunların yapılamadığını,
Anayasal kurumların (Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu) görevini yapamaz hale geldiğini, ülkenin felç olduğunu, bu nedenle yönetime el koymak durumunda kaldıklarını, ayrıca meclisin görevini de yönetime el koyduktan sonra oluşturulan Danışma Meclisine verdiklerini, Ülke yönetimine el koymayı istemediklerini, bu nedenle uzun süre beklediklerini, ülkede meclisin çalışamaz hale geldiğini, özellikle polisin silah kullanamadığını, ikiye bölündüğünü, hiçbir yasanın çıkmadığını, bir kısım Sıkıyönetim bölgelerine polis ihtiyacının olmasına rağmen yapılan atamaların engellendiğini, mahkeme kararı ile durdurulduğunu, dolayısı ile sıkıyönetim bölgelerinin polis ihtiyacının giderilemediğini, o zaman ülkenin içinde bulunduğu durumun gözeterek Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler kanununun 35. maddesinin ülke yönetimine el koyma yetkisi verdiğini kendisini ve diğer komutanlar olarak değerlendirdiklerini, bu yetkinin şartlar itibariyle sahip oldukları kanaatine vardıklarını, ülke yönetimine el koymadan önce Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyabileceğini Başbakan olan Süleyman DEMİREL ve Ana Muhalefet Partisi liderinin hissedip hissetmediklerini bilmediğini, ancak konuşmalarında sıkıntıları birçok kez dile getirdiğini, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında da bu hususların kendinin ve kuvvet komutanları tarafından dile getirildiğini, ancak açıkça kanunlar çıkarılmadığı takdirde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyacağı konusunda gizli ya da açık bir şey söylenmediğini, bazı yapılan konuşmalardan ve gelişmelerden siyasilerin Türk Silahlı Kuvvetlerinin ülke yönetimine el koyabileceğini tahmin etmeleri gerektiğini, hatta bazı senatörler ve milletvekillerinin kendisiyle görüşerek bu meclisin artık çalışmadığı, ülke yönetimine el koymaktan başka çıkar yol olmadığını söylediklerini,
Ülke yönetmine el koyduktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetin feshedildiğini, kesinti olmaması için bu yetkileri kullanacak kurumlara ihtiyaç olduğunu, bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi, Senato, Cumhurbakanı ve Millet Meclisine ait yetkileri, oluşturulmuş olan Milli Güvenlik Konseyine geçici olarak verdiklerini, ardından oluşturdukları danışma Meclisine görevleri devrettiklerini, Parlamenter sistemi esas aldıklarını,
Ülkenin felç olmuş durumda olduğunu, Meclisin çalışmadığını, Danışma Meclisi oluşturulana kadar yetkiyi Milli Güvenlik Konseyine verdiklerini, bunun nedeninin ise bir kuruma ihtiyaç olduğunu, kısa süre sonra da yetkiyi Danışma Meclisine devrettiklerini,
Anarşiyi önlemek İçişleri Bakanlığına bağlı olarak çalışan polislere ait olduğunu, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Sıkıyönetim Komutanlıklarının ancak İçişleri Bakanlığı yardım istediği takdirde onlara yardımcı olduğunu, Sıkıyönetim Komutanlıklarının bulunduğu yerlerde suçluların yakalandıklarını, ancak hapishanelerden toplu olarak kaçışların söz konusu olduğunu, Sıkıyönetim Komutanlıklarının silah kullanma yetkisinin olmadığını, ülkenin tamamen felç olmuş durumda olduğunu, 19 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş olmasına rağmen diğer illerde sıkıyönetimin olmadığını, olayların diğer illerde de meydana geldiğini, hapishane yönetimlerinde otorite boşluğunun olduğunu, yönetimin mahkumların elinde olduğunu,
"11 Eylül 1980'de devam eden terör ve anarşi eylemleri 12 Eylül 1980 tarihinde birden önlenmiş, suçlular yakalanmıştır" iddiasının Süleyman DEMİREL tarafından ileri sürüldüğünü, doğru olmadığını, 12 Eylül günü sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini, devam ettiğini, herkesin şaşkınlık yaşadığını, 1 hafta boyunca herhangi önemli olayın olmadığını, ancak ardından olayların tekrar başladığını ve 6 ay kadar devam ettiğini, olayların ancak 6 ay içerisinde kontrol altına alınabildiğini, 12 Eylül 1980 tarihinde ülke yönetimine el koyduktan sonra terör örgütü mensuplarının tümünün adres ve kimliklerinin bilinmediğini, daha sonra Milli İstihbarat Teşkilatı ve Jandarmanın beraber çalışması ile bunların ortaya çıkarılarak yakalandığını,
(19-26 Aralık 1978 Kahramanmaraş olayları için dönemin Başbakanı Bülent ECEVİT'in "Bazı çevreler biz ısrarla ve sistemli olarak sıkıyönetim ilanına zorluyorlardı. Kahramanmaraş olayları CHP'nin kurduğu hükümeti sıkıyönetime zorlamak isteyenlerin tahriklerinn sonucuydu. Nitekim zorlanmış olduk. Kahramanmaraş olaylarında hükümetin sorumluluğu olduğunu düşünemem. Bir hayli askeri birlikler yardıma çağrılmıştı. Fakat güvenliğin sağlanmasına doyurucu bir katkıları olmamıştı. Geniş ölçüde pasif kalmışlardı." diyerek orduyu suçladığı, yine dönemin Başbakanı Süleyman DEMİREL ise "Efendim sıkıyönetim ilan edilmiş, sıkıyönetim komutanlarına yetkiler verilmiş, hükümet olarak bizim yapacak bir şeyimiz yok ki. Askerler isteselerdi anarşi ve terör önleyebilirlerdi, nitekim 12 Eylül günü bıçakla kesilir gibi kesildi. İdareye el koymaya kararlı oldukları için bilerek aranşinin üzerine gitmediler" şeklinde Türk Silahlı Kuvvetlerini suçlamışlardır.Bu suçlamalar sorulduğunda) Bu suçlamaları kabul etmediğini, bunların Türk Silahlı Kuvvetlerine siyasiler tarafından atılmış bir iftira olduğunu, siyasilerin tabi ki kabahati üzerlerine almaları söz konusu olamayacağını, Türk Silahlı Kuvvetlerinin insanların ölümünü bekleyip sonuçta bunu fırsat olarak değerlendirip yönetime el koymasının düşünülemeyeceğini, bunu vicdanlarının kabul etmeyeceğini, bunu kesinlikle kabul etmediğini, halen eski Cumhurbaşkanı DEMİREL ile görüştüklerini, bu şekilde kendisine bir şey söylemediğini, ayrıca ECEVİT Başbakan iken kendisini ziyarete gittiğinde, kendisini kapıda karşıladığını, bu yönde kendisine herhangi bir şey söylemediğini ve görüşmelerinin de devam ettiğini, bu iddiaların o zamanın şarlarına göre siyasiler tarafından söylenmiş sözler olduğunu,
Cumhurbaşkanı adayı Muhsin BATUR'un akademiden sınıf arkadaşı olduğunu, onun seçilmesinden rahatsız olmalarının mümkün olmadığını, bir söz olduğunu 'suç samur kürk olsa kimse giymez', bu şekilde bir olay olmadığını, Orhan EREN'in 'CELASUN paşanın baksanıza adamlar Cumhurbaşkanını seçiyorlar, demesi üzerine' endişeyi sezerek bu şekilde bir söz söylediğini de hatırlamadığını,
(Şüpheliye sorulması üzerine)12 Eylül sonrası Ege Sorunu konusunda Yunanistan'dan herhangi bir yazılı güvence almadan NATO Başkomutanı Rogers’ın vermiş olduğu sözlü güvenceye dayalı olarak Yunanistan'ın NATO'ya girmesine izin vermesinin hata olduğunu,
Pişman olmadığını, anarşi olaylarının sürekli arttığını, günlük 20-30 ölüm olayının olduğunu, Türkiye'de eski bir Başbakan olan Nihat ERİM'in, ismini hatırlamadığı bir Orgeneral ile emekli Oramiral Kemal KAYACAN'ın öldürüldüğünü, olayların giderek tırmandığını, faillerin yakalanamadığını,
12 Eylül'den sonra Danışma Meclisi tarafından hazırlanan 1982 Anayasa'nın taslağında Cumhurbaşkanı'nın 2 kez seçilebileceği konusunda hüküm bulunduğunu, ancak kendisinin "Cumhurbaşkanı 2. kez seçilecek olursa tekrar seçilebilmek için iktidardaki partiye destek vermeye başlar" dediğini ve bunun yanlış olacağını söyleyerek Cumhurbaşkanı'nın 2. kez seçilemeyeceği yönündeki hükmü Anayasa'ya koydurttuğunu, yine Cumhurbaşkanlığı görevinin dolmasına yakın rahmetli Turgut ÖZAL'ın kendisine gelerek Anayasa değişikliği yaparak kendisinin 2. kez Cumhurbaşkanı olmasını teklif ettiğini, ancak kendisinin bunu kabul etmediğini belirtmiştir.
Şüpheli Ahmet Kenan EVREN'in vekili ise, müvekkilinin ve diğer konsey üyelerinin ülkenin içerisinde bulunduğu şartlar nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35. maddesindeki yetkilere dayanarak yönetime el koyduklarını, harhangi bir rejim değişikliği peşinde olmayıp demokrasinin bütün koşulları ile yeniden hayata geçmesi konusunda faaliyette bulunduklarını, o şartlara göre mümkün olan en kısa sürede parlamenter rejime dönerek yeniden sistemin işlemeye başladığını belirtmiştir.

1.2 Şüpheli Ali Tahsin Şahinkaya’nın Savunması
Şüphelilerden Ali Tahsin ŞAHİNKAYA'nınn savunmasında, 12 Eylülden evvelki zamanlarda veya 12 Eylül devresi içerisinde Türkiye'nin o acıklı halini yaşamadıktan sonra anlatmak ve anlamanın çok güç olduğunu, mesleğinin teyyarecilik olduğunu, öyle yetiştiğini, bütün gayesinin komutan olarak çocuklarının ölmeden önce uçuşlarını yapmak, silahların iç ve dış tehditlere karşı korumak olduğunu, başka bir düşüncesinin olmadığını, ancak içerisinde bulundukları durumda, memleketin bölünmüş ve ayrılmış, paramparça olduğunu, kardeşin kadreşi öldürdüğünü, sağ sol hareketlerinin hat safhasına geldiği ve kendilerinin halk karşısında mevcudiyeti mahafaza edecek ve yahutta dönemin başında görevini yapamamış bir insan olarak gördüklerini. Bütün komuta kademesi, yüksek komuta kademesi tugaylara kadar hep beraber buna bir çare bulunması için Genelkurmay Başkanlığı altında ve emir komuta zinciri altında buna bir çözüm bulmak istediklerini, darbe yapmadıklarını, zira darbe yapan insanın 2-3 yıl sonra hükümeti bırakmayacağını, darbe yapmadıklarını ve kanlı olayların önüne geçtiklerini,
İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde verilen devleti koruma ve kollama yetkisine dayanarak bu yönetime el koyduklarını, Silahlı Kuvvetlerin her kademesinin bu olayın içerisinde olduğunu,
1982 Anayasasına geçici 15. maddesini düzenlemeyle ilgili sadece komutanlar açısından düşünülmediği, o dönemdeki danışma Meclisi sivil idarede görev alan şahısların da yargılanmasının uygun olmayacağını düşündüklerini,
O dönemde Meclis diye bir şeyin olmadığını, Milletvekillerinin meclisteki toplantılara dahi iştirak etmediğini, siyasi liderler arasında zıtlaşmanın mevcut olduğunu, seçim yapılmış olmasına rağmen 6 ay boyunca Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı'nın seçilemediğini, dolayısıyla millet adına bu yetkileri kullanacak bir kurumun olmadığını, yasadışı teşkilatların kol gezmekte olduğunu, devlete meydan okuduğunu, günde 20-30 kişinin öldüğünü, sağ sol çatışmalarını devam etmekte olduğunu,
Memleketin o dönemde sahibinin olmadığı, bu çerçevede ne gerekiyorsa onu yaptıklarını,
Yine 2324 sayılı ve 27/10/1980 tarihli Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 3. ve 4. maddesindeki düzenlemeyle ilgili olarak buradaki amacın sadece Milli Güvenlik Konseyini değil, o dönemde sivil idareyi devrettikleri kişilerin ve idarenin de rahat çalışmasını sağlamak için bu düzenlemeleri yaptıklarını, mevcut yürürlükte bulunan kanunlar çerçevesinde de olabilecek haksızlıkların engellenebileceğini,
O dönemde CMK ve Terörle Mücadele Kanunlarında değişikli yapılması, Sıkıyönetim Komutanlığının yetkilerinin artırılması hususunda o dönemin hükümetinden taleplerde bulduklarını, ancak siyasi çekişmeler nedeniyle bu isteklerinin kabul görmediğini, dolayısıyla suçluların yakalandığını, yargı karşısına çıkarıldığını, cezaevine girdikten sonra cezaevinin diğer kapısından çıkıp gittiklerini, bu nedenlerle o dönemin Sıkıyönetim Komutanlıkları istenilen şekilde çalışamadığını,
Askeri müdahaleden sonra halkta bir sevinç yaşandığını, bu sevinç ve rehavetten kaynaklanan nedenlerle eylemlerin azaldığını, muhtemelen yasadışı grupların değerlendirme yapmak amacıyla beklediklerini, kısa bir süre sonra takriben 1 ay sona tekrar yeniden hadiselerin başladığını, bu sırada çıkardıkları kanunlarla Sıkıyönetim Komutanlığının yetkilerin artırdıkların, bu komutanlıkların yetkilerini kullandıkça eylemlerde azalma ve kesilme olduğunu, ondan sonra grupların kontrol altına alındığını,
(19-26 Aralık 1978 Kahramanmaraş olayları için dönemin Başbakanı Bülent ECEVİT'in "Bazı çevreler biz ısrarla ve sistemli olarak sıkıyönetim ilanına zorluyorlardı. Kahramanmaraş olayları CHP'nin kurduğu hükümeti sıkıyönetime zorlamak isteyenlerin tahriklerin sonucuydu. Nitekim zorlanmış olduk. Kahramanmaraş olaylarında hükümetin sorumluluğu olduğunu düşünemem. Bir hayli askeri birlikler yardıma çağrılmıştı. Fakat güvenliğin sağlanmasına doyurucu bir katkıları olmamıştı. Geniş ölçüde pasif kalmışlardı." diyerek orduyu suçladığı, yine dönemin Başbakanı Süleyman DEMİREL ise "Efendim sıkıyönetim ilan edilmiş, sıkıyönetim komutanlarına yetkiler verilmiş, hükümet olarak bizim yapacak bir şeyimiz yok ki. Askerler isteselerdi anarşi ve terör önleyebilirlerdi, nitekim 12 Eylül günü bıçakla kesilir gibi kesildi. İdareye el koymaya kararlı oldukları için bilerek aranşinin üzerine gitmediler" şeklinde Türk Silahlı Kuvvetlerini suçlamışlardır.Suçlama sorulduğunda) Bu beyanları çok komik bulduğunu, asker iç ve dış düşmanlara karşı memleketi koruduğunu, ancak bu memleketin aynı zamanda emniyet teşkilatının olduğunu, o dönemde emniyet teşkilatının ikiye üçe dörde bölündüğünü, POLBİR'ler, POLDER'lerin mevcut olduğunu, o dönemin valileri yardım talep ettiğinde Sıkıyönetim Komutanlıklarının yardımcı olduğunu, bu yöndeki iddialara ve değerlendirmelere katılmadığını,
Zamanın komutanları olarak yönetime el koymak gibi bir düşüncelerinin olmadığını, zira siyasi kişiler olmadıklarını, asker olduklarını, kesinlikle siyasi istikrarsızlıklardan faydalanmak gibi bir düşüncelerinin olmadığını, asıl amaçlarının TSK'yı bu konulardan tecrit etmek olduğunu,
"Darbe yapmaya çok önce karar verdiğinin, yapılacak askeri darbeniin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine TSK'nın komuta kademesi olarak bilerek gidilmediği, darbe için fırsat kollanıldığının" iddiaları için, bu görüşü kabul etmediğini, askeri müdahale yapmak amacıyla terör olaylarının üzerine gidilmemesi diye bir şeyin söz konusu olmadığını, bu konularla Genelkurmay Başkanlığının ilgilendiğini, kendilerinin kuvvetler olarak kendi işlerine baktığını,
Amerikalıların kendisini ve eşini Hava Kuvvetleri Komutanı olarak Amerika'ya davet ettiklerini, Amerika'ya gitmeden önce müdahale tarihini 12 Eylül sabahı olarak kararlaştırdıklarını, hatta Kenan EVREN'e Amerika'ya geziye katılmayayım dediğini, bunun üzerine bu gezi porgramını kısa tutmak amacıyla eşinin rahatsız olduğunu ve bir an önce Türkiye'ye dönmesi gerektiğini ilgililere bildirdiğini, hatta o dönemin Amerika Büyükelçisi olan Şükrü ELEKDAĞ'ın da eşini arayarak Washington'da eşini gördüğünde hayrola nasıl bir rahatsızlığınız var diye soru yönelterek ilgilendiğini, hatta 11 Eylül 1980 günü Türkiye'ye döneceği sırada Amerika Genelkurmay Başkanı ile kahvaltı ettiklerini, bir gün sonra Türkiye'de askeri müdahalenin olduğu kendisine söylendiğinde şaşırarak bir gün önce birlikte kahvaltı ettiklerini ve böyle bir şeyi kendisine söylemediğini beyan etmiş olduğunu, Türk Hava Kuvvetleri Komutanı olarak yabancı bir ülkeden emir ve talimat almayacağını, onların talimatlarıyla hareket etmeyeceğini, 12 Eylül askeri darbesinin Amerika'nın bilgisi ve desteğiyle yapılmış olduğu iddiasına kesinlikle katılmadığını,
"Yunanistan'ın 1967 Albaylar cuntasından sonra NATO'nun askeri kanadından ayrıldığı, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden yaklaşık bir ay sonra NATO Başkomutanı B.Rogers'ın, Yunanistan'ın Ege'deki komuta kontrol yetkisini kaldırılması konusunda verdiği sözlü güvenceye dayalı olarak Yunanistan'ın NATO'ya dönmesine devlet Başkanlığı yetkisini kullanan Kenan EVREN'in onay verdiği anlaşılmış, Yunanistan'ın ise NATO'ya dönüşü sonrasında yazılı bir belge bulunmaması nedeniyle anlaşmaya uymamasından Ege'deki komuta kontrol ve saha sorumlulukları çözümsüz kalmıştır. Türkiye'nin elindeki bu önemli siyasi koz, sadece bir iyi niyet göstergesi olarak Yunanistan lehine kullanılarak kaybedilmiştir. Türkiye yıllarca Yunanistan ile Ege'de sorun yaşamıştır. Darbe sonrası ABD ve bölgede etkin bulunan İngiltere gibi devletler 12 Eylül askeri darbesini olumlu karşılamıştır. Buna göre darbe öncesi Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü konusunda söz mü verilmiştir? Dolayısıyla 12 Eylül askeri darbesi ABD ve Avrupa devletlerinin desteği ve bilgisi dahilinde mi yapılmıştır?" şeklindeki hususlarda bilgisinin olmadığını, daha ziyade bu çalışmaların Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapıldığını,
O dönemin şartlarında gerek fert olarak gerek Kuvvet Komutanı olarak kendisini bu olaylardan soyutlayamayacağını, aksi takdirde kendisini vatan haini görüp utançtan yaşayamayacağını, aynı şartlarda şimdi olsa elinden de imkan gelse böyle bir olaya katılacağını, çünkü milletin acziyetini sürekli gördüğünü, bir annenin yanına gelip ayaklarını öpeyim diyerek gösterdiği minneti hiç unutamadığını belirtmiştir.
Her 2 şüpheli vekilleri vermiş oldukları 21/06/2011 tarihli savunma dilekçesinde ise müvekkillerinin Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35. maddesindeki "Silahlı Kuvvetlerinin vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak " şeklinde ifade edilen yetkiyi kullandıklarını, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye'nin bir kaos içerisinde bulunduğunu, TBMM'nin görev yapamaz hale geldiğini, 6 ayı aşkın bir süre Cumhurbaşkanı'nı seçemediğini, sürekli seçim işleri dolayısıyla asıl işi olan yasama görevini yapamadığını, bu arada yaşanan anarşinin önüne geçecek yasal düzenlemelerin mecliste çıkarılamadığını, ülkede özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde insanların olaylar nedeniyle sokağa çıkamadığını, Kahramanmaraş olaylarında 107 kişinin öldüğünü, Çorum olaylarında bir o kadar vatandaşın hayatını kaybettiğini, bu bölgede görev yapan hakim, savcı, kaymakam ve valilerin görev yapamaz hale geldiklerini,
O dönemde ülkeyi yöneten siyasi iktidar ve muhalefet partilerini Türkiye'nin içerisinde bulunduğu durumu bilmemelerinin mümkün olmadığını, ancak sorumluluklarını yerine getirmeyen dönemin siyasi partilerini 27 Aralık 1979 günü Cumhurbaşkanı aracılığıyla gönderilen ülke sorunlarını açıklayan mektubu bile ciddiye almadıklarını, müvekkillerinin İç Hizmet Kanunu 35. maddesindeki kendilerine yüklemiş olduğu Devleti koruma ve kollama görevini ifa için ülke yönetimine el koyma zaruretinde kaldıklarını, müvekkillerince gerçekleştirilen eylemin zaruret halinde gerçekleştirilen bir eylem olduğunu, evrensel hukuk kurallarına göre zaruret halinin bir cezasızlık nedeni olduğunu,
1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesinde "Her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali ve hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz" dendiğini, bu hükmün öncelikle bir sorumsuzluk hükmü olduğunu,
12 Eylül 2010 tarihinde yapılan Referandumla 1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının söz konusu kişilerin yargılanabilmesinin önünü açmadığını, çünkü geçici 15. maddeyle belirtilen kişiler için sorumsuzluk hali yani yargı dokunulmazlığının söz konusu olduğunu, geçici 15. madde ile getirilen düzenleme geçici bir dokunulmazlık olmayıp milletvekillerinin kürsü masumiyeti ile aynı olduğunu, milletvekillerinin Anayasa'nın 83/1 maddesindeki yasama dokunulmazlığı gibi geçici 15. maddenin kalkması ile müvekkillerinin yargılanmasının mümkün olmadığını,
7 Kasım 1982 tarihinde referanduma sunularak %92 evet oyuyla kabul edilen 1982 Anayasasının bir hükmü olan geçici 15. maddenin af niteliğinde olduğunu,
Müvekkillerinin 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 146 ve 147. maddeler kapsamında sorgulandığını, aynı kanunun 102. maddesinde bu suçlar için öngörülen zaman aşımı süresinin 20 yıl olduğunu, 104. maddesinde ise öngörülen olağanüstü zamanaşımı ile bu sürenin yarı oranında artırılarak 30 yıl olduğunu, müvekkillerine atılı bulunan suçların zamanaşımına uğradığını belirtmişlerdir.


IX.BÖLÜM


1. Hukuki Değerlendirme

1.1.Şüphelilere İsnat Edilen Anayasayı İhlal (Askeri Darbe) Suçu Açısından Değerlendirme
12 Eylül 1980 tarihinde, 12/11/1979 tarihinde(15) Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman DEMİREL tarafından, Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK'ün onayıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin 43. hükümeti görevde bulunuyordu.
Şüphelilerden Ahmet Kenan EVREN'in 12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı olarak görev yaptığı, şüpheli Ali Tahsin ŞAHİNKAYA'nın ise Hava Kuvvetleri Komutanı olarak görev yaptığı, vefat etmeleri nedeniyle haklarında ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilen Nurettin ERSİN'in Kara Kuvvetleri Komutanı, Mehmet Nejat TÜMER'in Deniz Kuvvetleri Komutanı,Osman Sedat CELASUN'un Jandarma Genel Komutanı olarak görev yaptığı anlaşılmıştır.
Şüpheliler tarafından 12 Eylül 1980 günü daha önce gizlice hazırladıkları “Bayrak Harekat Direktifi” adlı darbe planı çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti Halkının vergileriyle alınmış ve yurt savunması için kendilerine tevdi edilmiş silahları kullanarak cebren ülke yönetimine bütünüyle elkoymuşlardır. Şüphelilerin yaptıkları askeri darbeyle Parlamento ve Hükümet feshedilerek ortadan kaldırılmış, Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılarak bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır.
Şüpheliler Anayasal düzen ortadan kaldırılmıştır. O tarihte yürürlükte bulunan 1961 Anayasasının;
4.maddesindeki, “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılmaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
5.maddesinde, “Yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”
6.maddesinde, “Yürütme görevi, kanunlar çerçevesinde, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilir.” şeklindeki düzenlemelerde yer alan, Millete ait olan Egemenlik yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olan yasama yetkisi ile Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna ait olan yürütme görevini, silahlı güç kullanılarak ele geçirmişlerdir.
Şüpheliler ülke yönetimini ele geçirdikten sonra çıkardıkları 12/12/1980 tarihli ve 2356 Sayılı Milli Güvenlik Konseyi Hakkındaki Kanunun 1. maddesindeki “Milli Güvenlik Konseyi; Devlet ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, üyeleri; Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan teşekkül eder.” şeklindeki düzenleme ile Milli Güvenlik Konseyi oluşturmuşlar, meşruiyete dayanmadan çıkardıkları 2324 Sayılı ve 27/10/1980 tarihli Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2.maddesindeki “Anayasada Türkiye Büyük Millet Meclisine, Millet Meclisine ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak Milli Güvenlik Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır.” şeklindeki düzenleme ile Anayasada yer alan, Türkiye Büyük Millet Meclisine, Cumhuriyet Senatosuna ve Cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el koymuşlardır.
Şüphelilerin çıkardığı 2324 Sayılı ve 27/10/1980 tarihli Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 3.maddesindeki ”Milli Güvenlik Konseyince kabul edilerek yayımlanan bildiri ve karar hükümleriyle yayımlanan ve yayımlanacak olan kanunların Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez” şeklindeki düzenleme ve 4.maddesindeki düzenleme ile Milli Güvenlik konseyinin bildiri ve kararlarında yer alan ve yer alacak olan hükümlerle 12 Eylül 1980 tarihinden sonra çıkarılan ve çıkarılacak olan Bakanlar Kurulu Kararnamelerinin ve üçlü kararnamelerin yürütülmesinin durdurulması ve iptali isteminin ileri sürülemeyeceğinin belirtildiği görülmüştür. Bu düzenlemelerle, Anayasa ve Anayasal düzen ortadan kaldırılarak, kişi hak ve özgürlükleri tamamen Milli Güvenlik Konseyinin insiyatifine terk edilmiştir. Başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlükler açısından hiçbir güvence kalmamıştır.
O tarihte yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 146.maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler, ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasına(IV) mahkum olur.” şeklindeki düzenleme ile Anayasayı ortadan kaldırmaya, TBMM'sini ortadan kaldırmaya veya vazifesini yapmasına güç kullanarak engel olmaya teşebbüs etmek, 147.maddesinde ise “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini cebren iskat veya vazife görmekten cebren men edenlerle bunları teşvik eyliyenlere ağırlaştırılmış müebbet ağır(V) hapis cezası hükmolunur.” şeklindeki düzenleme ile Bakanlar Kurulunu ortadan kaldırmak ve vazifesini yapmasına güç kullanarak engel olmak eylemleri suç olarak düzenlenmiştir.
765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146. maddesinde Anayasanın tamamını, bir kısmını, tağyir ve tebdil veya ilgaya veya Anayasa ile teşekkül etmiş Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni zor kullanarak ortadan kaldırmaya veya vazifesini yapmasını engellemeye teşebbüs edenlerin ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasıyla cezalandırılacağının belirtildiği, düzenlemede seçenek olarak sayılan eylemlerin tamamlanmış halinden bahsedilmediği, ancak Anayasa ve Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi demokratik düzenin temel unsurlarının ortadan kaldırılmasına veya değiştirilmesine teşebbüsün cezalandırıldığı bir durumda, bu eylemlerin tamamlanmış hallerinin cezalandırılmayacağı düşünülemeyeceğinden şüphelilerin eylemine 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146. maddesinin uygulanması gerekmektedir.
01/06/2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 309, 311. ve 312. maddelerinde 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146 ve 147. maddelerinin karşılığı olan düzenlemelere yer verilmiştir.
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 309. maddesinde Anayasayı İhlal başlığı altında “cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar. Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi hâlinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur.” şeklindeki düzenleme ile cebir ve şiddet kullanarak Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya, bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs suçu,
311. maddesinde Yasama Organına Karşı Suç başlığı altında, "Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılırlar. Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur." şeklindeki düzenleme ile cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini kısmen veya tamamen yapmasına engel olmaya teşebbüs suçunun düzenlendiği,
312. maddesinde ise, Hükûmete Karşı Suç başlığı altında "Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir. Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur." şeklinde cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek suçu düzenlenmiştir.
765 sayılı Türk Ceza Kanunundaki ilgili düzenlemeler ile karşılığı olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 309, 311 ve 312. maddelerindeki düzenlemeler karşılaştırıldığında; 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda gerek Anayasal düzene, gerekse TBMM ve hükümete karşı eylemlerin teşebbüs halinin düzenlendiği, eylemlerin tamamlanmış hallerine değinilmediği, kanun koyucunun Anayasal düzen, TBMM ve Bakanlar Kurulu gibi demokratik düzenin temel kurumlarını ortadan kaldırmaya yönelik teşebbüs eylemlerini cezalandırıp, aynı suçların tamamlanmış hallerinin cezalandırılmasını istemeyeceği düşünülemeyeceğinden maddelerde sayılan suçlar tamamlandığı takdirde de söz konusu 309, 311 ve 312. maddeleri uygulanacaktır.
765 sayılı Türk Ceza Kanunu ile 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunundaki ilgili hükümler lehe kanun uygulanması yönünden karşılaştırıldığında, her iki Ceza Kanununda da suçların cezasının ağırlaştırılmış müebbet olarak düzenlendiği görülmektedir. Ancak 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun gerek 309, 311 ve 312. maddelerinde "Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi halinde ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur." şeklindeki düzenlemeler gözetildiğinde şüpheliler hakkında 765 Sayılı Türk Ceza Kanununun 146 ve 147. maddelerinin lehe düzenlemeler olduğu kanaatine varılmıştır. Şüpheliler askeri darbe yaparak 765 Sayılı TCK’nun 146. ve 147 maddelerini birlikte ihlal etmişlerdir.
Burada şüphelilerin eylemlerine 765 Sayılı TCK’nun 146. ve 147. maddelerinden hangisinin uygulanacağına bakmak gerekir.765 Sayılı TCK’nun 79.maddesinde “İşlediği bir fiil ile kanunun muhtelif ahkamını ihlal eden kimse o ahkamdan en şedit cezayı tazammun eden maddeye göre cezalandırılır.” denilmektedir. Düzenlemeye göre işlenen bir fiilden dolayı kanunun birden fazla hükmü ihlal edilmişse en ağır cezayı gerektiren maddeye göre ceza verilir. 146. ve 147. bakıldığında her iki maddede ceza olarak ağırlaştırılmış müebbet öngörülmüştür.
Kanunumuzun fikri içtimada cezaların aynı olması halinde bir düzenlemeye gitmediği anlaşılmaktadır. Kanun koyucunun en ağır fiile, en ağır cezayı öngördüğü değerlendirildiğinde, 765 Sayılı TCK’nun 146. ve 147. maddesindeki eylem ve sonuçlarına bakmak gerekecektir. 147. madde de, Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunu cebren ortadan kaldırmak veya vazifesini yapmasına cebren engel olmak suçu düzenlenmişken, 146. maddede, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirme, bozma veya ortadan kaldırmaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek suçu düzenlenmiştir.
147. maddedeki suçun işlenmesi halinde sadece hükümetin ortadan kaldırılması veya vazifesini görmesine engel olunması, TBMM’nin görevine devam etmesi düşünülebilecekken, 146. maddedeki suçun olayımızdaki gibi tamamlanmış hali gerçekleştiğinde Anayasa ve TBMM’si ortadan kalkacak, bunlara bağlı olarak Hükümette ortadan kaldırılacaktır. Dolayısıyla 146. madde sonuçları itibariyle daha ağırdır. Bu nedenle şüpheliler hakkında 765 Sayılı Türk Ceza Kanununun 146. maddesinin uygulanması gerektiği kanaatine varılmıştır.
Şüpheliler 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirmiş oldukları askeri darbeden sonra yönetimleri boyunca, demokratik kurumların kurulmasına ve faaliyet göstermesine engel olmaları nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar yani 06/12/1983 tarihine kadar atılı bulunan suçu işlemeye devam etmişlerdir.
İlgili bölümde ayrıntısıyla anlatıldığı üzere 27 Aralık 1979 tarihinde verilen uyarı mektubu açısından durum değerlendirildiğinde, şüpheliler 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı aracılığıyla hükümetteki siyasi partilerle diğer tüm siyesi parti liderlerine TSK İç Hizmet Kanununu hatırlatarak muhtıra niteliğinde uyarı mektubu vermişlerdir. Bu mektup 2 Ocak 1980 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından Başbakan Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit’e iletilmiştir.
Verilen muhtıra doğrudan siyasi parti mensuplarına verilmiştir. Ancak dolaylı olarak Cumhurbaşkanına verilmiş muhtıra olarak kabul etmek gerekir. Demokratik sistemin başı olan Cumhurbaşkanın altındaki Başbakana verilmiş muhtıra aynı zamanda Cumhurbaşkanına verilmiş bir muhtıradır. Çünkü askeri darbe yapıldığında Cumhurbaşkanının görevde kalma garantisi yoktur.
Anayasal demokratik sistem içerisinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, bağlı olduğu Başbakanın da içerisinde bulunduğu, siyasi parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta kullandığı, "Türk Silahlı Kuvvetleri;... uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir." şeklinde, üstelikte mektubun devamında Cumhuriyet Tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanununu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim açısından kabul edilemez bir tehdit ve suçtur. Askeri darbeye teşebbüs suçu ancak bu şekilde işlenebilir. Aksi halde Silahlı Kuvvetleri elinde bulunan silahlarla harekete geçtikten sonra engelleme imkanı yoktur.
Dolayısıyla şüpheliler 27/12/1979 tarihinde vermiş oldukları ve 02/01/1980 tarihinde Başbakana ulaşan muhtıra ile ayrıca Anayasayı ortadan kaldırmaya ve Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçunu işlemişlerdir.
Eylem 765 Sayılı TCK’nun 146.maddesinin ihlali niteliğindedir. Madde de “cebren” denilmiştir. Buradaki cebir unsurunu mutlaka maddi cebir olarak anlamamak gerekmektedir. Cebir hem maddi hem manevi olabilir. Elinde, devlet içerisinde başka bir kurumca karşı konulamayacak bir güç bulunan Silahlı Kuvvetlerin, Anayasal demokratik sistem içerisinde hiyerarşik olarak bağlı olduğu, Başbakan ve tüm siyasi partileri doğrudan, bunların temsil edildiği TBMM’si ile Cumhurbaşkanını dolaylı olarak, üstelik Türkiye Cumhuriyet tarihi içerisinde darbe gerekçesi olarak kullanılan TSK İç Hizmet Kanununun 35. maddesini ima ederek uyarı mektubu göndermesi, tehdit niteliğindedir. Aynı zamanda bu tehdit manevi cebir niteliğindedir. Dolayısıyla niteliği belirtilen uyarı mektubuyla 146. madde ihlal edilmiştir. Ancak şüpheliler 02/01/1980 tarihindeki suçu, 12 Eylül 1980 tarihi ve devamında işlemiş oldukları Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçunun icrası kapsamında işlediklerinden haklarında 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 80. maddesindeki zincirleme suç hükümleri uygulanmalıdır.

1.2. Eylemin TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesi Açısından Tartışılması
Şüpheliler ve vekilleri savunmalarında askeri darbenin Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler Kanunu 35. maddesindeki yetkiye dayanarak yapıldığını belirtmiş iseler de, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu 35. maddesindeki düzenlemenin "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak" şeklinde olduğu, Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda Anayasanın yer aldığı, kanunların ise Anayasanın hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların Anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallardandır. Bu nedenle, kanunlar Anayasaya aykırı olamayacakları gibi, kanunla verilen bir yetkinin Anayasayı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması da mümkün değildir. Dolayısıyla söz konusu hüküm, Anayasal düzeni, Anayasa ile kurulmuş devlet düzeninin temel kurumlarından olan Türkiye Büyük Millet Meclisi ile hükümeti ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz.
Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti tarihinde söz konusu İç Hizmet Kanununun 35. maddesi askeri darbe gerekçesi olarak ileri sürülmüş ise de, bu durum hukuka aykırılığa kılıf bulma gayretinden öteye gitmemektedir. Kaldı ki, askeri darbeyi yapan şüpheliler kendilerinin darbe ve sonrası eylemlerinden dolayı yargılanacaklarını ve eylemlerinin suç olduğunu bildiklerinden 1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki "12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz." düzenlemeyi koyma ihtiyacı hissetmişlerdir.
Ayrıca, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin askeri darbe yapma yetkisi verdiğinin kabul edilmesi halinde, bu eylemlerin suç olarak düzenlendiği 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146 ve 147. maddelerinin bir anlamı kalmayacaktır. Hatta söz konusu 35. madde hiyerarşik olarak Anayasanın da üzerinde kabul edilmiş olacaktır ki, bu durumun düşünülmesi bile mümkün değildir. Kanunlar Anayasaya uygun olmak zorundadır.
Sonuç olarak, İç Hizmet Kanununun 35. maddesi hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir.

1.3 Zamanaşımı Yönünden Değerlendirme
1982 Anayasasını geçici 15. maddesindeki düzenlemeye bakıldığında düzenlemenin şüpheliler hakkında bir soruşturma ve yargılama engeli ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 107. maddesinde "Hukuku amme davasının ikamesi mezuniyet veya karar alınmasını, yahut diğer bir mercide halli lazımgelen bir meselenin neticesine bağlı bulunduğu takdirde mezuniyet ve kararın alınmasına yahut meselenin halline kadar müruru zaman durur." şeklinde, Anayasanın 83/3 maddesinde ise "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince zamanaşımı işlemez." şeklinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 67/1 maddesinde "Soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hallerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne veya kanun gereğince hakkında kaçak olduğu hususunda karar verilmiş olan suç faili hakkında bu karar kaldırılıncaya kadar dava zamanaşımı durur." şeklinde düzenlemelere yer verilmiştir. Gerek Anayasada gerekse Türk Ceza Kanunlarında soruşturma ve yargılama engelinin bulunduğu hallerde zamanaşımının işlemeyeceği kuralı öngörülmüştür. Anayasanın 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla kaldırılan geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve kovuşturma engelidir. Dolayısıyla şüphelilere atılı bulunan eylemlerde zamanaşımı, eylemlerin gerçekleştiği 02/01/1980 ve 12/09/1980 tarihlerinde işlemeye başlamış ancak 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 09/11/1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zamanaşımı süresi 20 yıl olup, 09/11/1982 tarihinde durmuş olan zamanaşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun resmi gazetede yayınlandığı 23/09/2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle İç hukukumuza göre zamanaşımı süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır.

1.4 Suç Tarihi Yönünden Değerlendirme
Şüphelilere atılı bulunan 27/12/1979 tarihli muhtıra açısından bir tartışma yoktur. Buradaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu muhtıranın Başbakana ulaştığı 02/01/1980 tarihinde işlenmiştir. 12 Eylül 1980 tarihinde işlenmeye başlanan Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu açısından durum değerlendirildiğinde ise, bu suç 12 Eylül 1980 tarihinde işlenip sona ermemiştir. Askeri darbe gerçekleştikten sonra, darbe koşulları devam etmiş, bu koşullar içerisinde şüpheliler topluma büyük mağduriyetler yaşatan eylemlerine devam etmişlerdir. Bu dönemde temel hak ve özgürlükler tamamen güvencesiz bırakılmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olan demokratik rejime geçilmesine izin verilmemiştir. Dolayısıyla demokratik rejime geçiş serbest bırakılıncaya kadar, yani TBBM’si görevine başlayıncaya kadar Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi etmiştir. TBMM’si görevine, Başkanlık Divanının oluştuğu 6 Aralık 1983 tarihinde başlamıştır. Buna göre, bu suçun suç tarihi; 12/09/1980 ile 06/12/1983 arasıdır.

1.5 Geçici 15. Maddenin Af Niteliğinde Olup Olmadığı Yönünden Değerlendirme
Anayasa’nın geçici 15.maddesinin bir tür af kanununun olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Yukarıda açıklandığı üzere Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi eden bir suç olup, bu suç TBMM’nin görevine başladığı 06/12/1983 tarihine kadar işlenmeye devam etmiştir. Anayasa’nın 15. maddesi ise 09/11/1982 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Söz konusu geçici 15. maddede "12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz." düzenleme getirildiği, düzenlemede, TBMM Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar, yani 06/12/1983 tarihine kadar ilgililer hakkında yargı merciine başvurulamayacağından söz edilmektedir. Bir af kanununun yürürlüğe girdiği tarihten sonra gerçekleşecek eylemler için uygulanacağını kabul etme imkanı bulunmamaktadır. Ayrıca darbe yönetiminin denetimi ve isteğine göre hazırlanmış bir Anayasa’da yer alan madde metninde “af” tabiri kullanılmamışken, gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde, insanlık dışı işkence ve kötü muamele gören binlerce mağdurun aleyhine yorum yaparak, düzenlemenin af niteliğinde olduğunu söyleme olanağı yoktur. Bu nedenlerle Anayasa’nın kaldırılan geçici 15. maddesinin af kanunu olarak değerlendirilemeyeceği anlaşılmıştır.


X.BÖLÜM


Sonuç ve İstem

Şüpheliler Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya’nın CMK’nın 250-252 maddeleri uyarınca yargılamalarının yapılarak 765 Türk Ceza Kanununun 146,80,31 ve 33 maddeleri uyarınca ayrı ayrı CEZALANDIRILMALARINA,
Şüphelilere atılı bulunan suçun niteği, şüphelilerin ilerlemiş yaşları ve sağlık durumları dikkate alınarak haklarında CMK’nın 109. maddesinde sayılan adli kontrol tedbirlerinden birine karar verilmesi kamu adına talep ve iddia olunur. 03/01/2012

KEMAL ÇETİN 38707
Cumhuriyet Savcısı
(E-İmza İle İmzalıdır)



NOT : NURETTİN ERSİN, MEHMET NEJAT TÜMER, OSMAN SEDAT CELASUN hakkında Anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak suçundan ek takipsizlik kararı verilmiştir.